2010’da gösterime giren “Alis Harikalar Diyarında” (Alice in Wonderland) Lewis Carroll’un ünlü eserinin serbest bir uyarlamasıydı. Karakterler ve ‘harikalar diyarı’ dışında romanla filmin çok ortak noktası yoktu. Altı yıl sonra yine Linda Woolverton imzalı bir senaryodan yola çıkan ikinci filmde de durum değişmiyor. Film ile Carroll’un 1871 tarihli “Aynanın İçinden” (Through the Looking-Glass) adlı romanı arasında karakterler ve ayna motifi dışında benzer yan bulmak kolay değil.


İlk filmde Alice, zengin işadamının oğluyla evlenmek ve dönemin sosyal hayatının bir parçası olmak yerine babasının işine ve girişimci ruhuna sadık kalmayı tercih ediyordu... İkinci filmin açılış sahnesi, Alice’i (Mia Wasikowska) çılgın bir gemi kaptanı olarak getiriyor karşımıza. Korsanların sıkıştırdığı gemisini, imkânsız olanı deneyerek kurtarıyor. Londra’ya döndüğünde ise erkek egemen dünyanın önyargıları bekliyor onu. Babasının ölümüyle işleri devralan Lord Ascot’un oğlu (Leo Bill) ona kaptanlık yerine kâtiplik teklif ediyor. Annesi (Lindsay Duncan) “gemiyi satalım, sen de artık evinin kızı ol” diyor. Dönemin toplumsal koşulları tarafından köşeye sıkıştırılan Alice, ilk filmde olduğu gibi yine bir başka âleme geçiyor, yani ‘hayal dünyası’na kaçıyor... Ancak bu kez orada bir savaşa katılmıyor. Şapkacı’nın (Johnny Depp) yıllar önce öldürülen ailesini geri getirmek için zamanda yolculuk yapmaya karar veriyor.



Feminist vurgu

Linda Woolverton’un senaryosu, ilk filme oranla daha belirgin bir feminist vurguya sahip. Ne var ki, saat ile insan karışımı bir varlık olan erkek Zaman’ın (Sacha Baron Cohen) düzenine meydan okuması dışında Alice’in aynanın içinde yaşadığı serüvenlerde feminist anlamlar bulmak kolay değil. Buna karşılık, filmin “imkânsızı istemek” ve “zamanın akışını değiştirmek” konusunda anlamlı şeyler söylediği kesin. Hatta Tim Burton’ın yönettiği ilk filme oranla Alice’in hayal dünyasında olup bitenler ile gerçek hayatta yaşadıkları arasında daha ilginç bir bağ kurulduğu söylenebilir. İlk filmde Alice iyi ile kötü arasındaki savaşa katılarak kendine güvenini kazanıyor ve bir müteşebbise dönüşüyordu. Bu filmde ise aynanın içinde verdiği mücadele baştan sona sembolik anlamlar taşıyor.



Alice aslında kendi hayal dünyasını yaşatmak için uğraşıyor. Şapkacının babasını bulma arzusu da Alice’in kaybettiği babasına karşı olan özlemini yansıtıyor... Sonuçta, hayal dünyasını yaşatırsa, gerçek hayatta daha cesur ve kararlı biri olacak. Aksi halde erkeklere teslim olacak ve “isterik deli kadın” damgası yiyecek... Önemli olan içimizdeki hayal dünyasını kaybetmemek ve geçmişten ders almayı bilmek olarak formüle edilebilecek bir mesajı var filmin... Alice’in “aynanın içinde” hatalar yaparak doğruyu bulması ve Kırmızı Kraliçe’nin (Helena Bonham Carter) aslında neden kötü biri olduğunu keşfetmesi de önemli detaylar...


Görsel özgünlük yok

İlk filme oranla daha anlamlı bir öykü seyrettiğimizi öne sürmek mümkün. Buna karşılık, görsel özgünlük konusunda yönetmen James Bobin’in Tim Burton’ı yakaladığını söylemek zor. Yine de “Alis Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden” yüksek prodüksiyon kalitesiyle cazibesini baştan sona hiç kaybetmeyen ideal bir seyirlik...



Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.