Şükrü Özyıldız ile Nişantaşı’nda buluştuk. Önce sohbet ettik sonra da fotoğraf çekimi için kendimizi Nişantaşı sokaklarına attık. Bir ara sevimli Cansın ile tanışıp sahibinin izniyle birlikte fotoğraf çektirdik. Birkaç kare de Levant’ta aldık. Şükrü Özyıldız’ın farklı hayat hikâyesi ve samimiyeti beni etkiledi. Bakalım siz nasıl bulacaksınız?


‘Sevimli Tehlikeli’de seyirciyi masalsı bir hikâye bekliyor sanırım.

Masalsı bir hikâyeden daha fazlası var. Benim canlandırdığım karakterin hikâyesini anlatayım. İstanbul’da bir çete tarafından kullanılıp yasadışı işler yaptırılmış bir çocuk var. Sonra çete çöküyor, o çocuk büyüyor ve yaptığı işlerin ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunun farkına varıyor. Büyük pişmanlık duyuyor. Telafi etmek için Tanrı’dan bir dilekte bulunuyor. Hayat da ona yaptığı en büyük yanlışı düzeltmesi için bir fırsat sunuyor. İçinde çok fazla aksiyon sahnesi de var. Dram sahnelerinde kanırttık, komedi sahnelerinde çok eğlendik. Fragmanlarda, ‘Bu film henüz sınıflandırılmamış’ derler ya, benim için de öyle.


Sizin küçükken masal kahramanınız kimdi?

Çok masallarla ilgilenemedim. Çocuk yaşta kendi isteğimle mobilyacılık yapan babamın yanında çıraklık yapmaya başladım. Daha gerçek şeylerle oynadım ben.


Siz sevimli mi tehlikeli misiniz?

Aslında ikisi de. İlk zamanlar filmin ismine önyargı ile yaklaşıyordum. Daha oturaklı olabilirdi diyordum ama şimdi isminin tam oturduğunu düşünüyorum.


Aksiyon sahnelerinin çekimlerinde, birçok kaza atlattınız. Yara izleri kaldı mı?

Kaldı (ayağındaki izleri gösteriyor.) Kaçma-kovalama sahnesinde, bütün güvenlik önlemleri alınmasına rağmen benim büyük sözü dinlemememden ötürü bir kaza oldu. Kaçma sekansım bitmişti, her yerde tele kameralar olduğunu bildiğim için, kestane arabasının üstünden atlamam güzel bir görüntü olabilir diye düşündüm. Ama orayı da hiçbir tele kamera çekmiyormuş. Yorulduğum için yeteri kadar zıplayamadım ve ayağımı arabanın kenarına çarptım. Başka bir sahnede de kaburgam çatladı.


Çekimlerde neden dublör kullanmadınız?

İstemedim. Kendini tehlikeye atmıyorsun ama dublör senin yerine tehlikeye atılıyor. Bu da bana çok saygısızca geliyor. Senin hayatın değerli de, onun ki değil mi? O yüzden sete dublör geldiğinde utandım ve kendimi kötü hissettim. Özcan’la hafif bir tartışmamız da oldu. Kendim oynamak istedim. O da tabii tedirgin oldu, bana bir şey olmasından korkuyordu. Çok da yoğun bir programımız vardı. Benimki, rolümü kimseye emanet etmeme özverisi, biraz da insani açıdan bir hamle.


Bu kararlılığınızı bütün projelerde gösterecek misiniz?

Mesleğime saygımı hiçbir zaman yitireceğimi sanmıyorum.


Gişeden beklentiniz ne?

Bu aslında sadece oyuncunun kaygısında değil. Bir dizi tutmadığında da, ‘O oyuncunun dizisi tutmadı’ oluyor ama bu tamamen ekip işi. Bunun müziği, yönetmeni, kurgusu var. Ben gişenin sadece yüzde 10’una etki edebilirim.


Şöhretinizden memnun musunuz?

Hâlâ metroya biniyorum, bundan hiç de gocunmuyorum. Karanlıkta kamera ışıkları yanınca, ışık görmüş tavşan gibi oluyorum ama galiba artık o şoku daha hızlı atlatabiliyorum. Hem alışıyorum hem de hâlâ garipsiyorum.


Kendinizi doğru ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz?

Size ‘Ukala’ dendiğini çok duymuştum ama değilsiniz. Arkadaşlarım bu konuda bana itiraflarda bulunuyor. ‘Şeref Meselesi’nin setinde kaç kişi ‘Seni çok kibirli zannediyordum’ dedi. Önyargıları yıkarım, o konuda kendime özgüvenim tam, fırsata ihtiyacım var. Her şeyin yeri ve zamanı var.


Utangaç mısınız?

Utangaçım (gülüyor) bu halimi seviyorum. Yanaklarım kızarıyor, tatlı oluyorum.


Sanki yaşınıza göre daha olgunsunuz...

Doğru. Ama bunu trajik bir şekilde karşılamıyorum. Olgunluk sayesinde daha geniş bir perspektiften bakıp daha doğru kararlar verebiliyorum. Geriye dönüp baktığımda, hatalarımı seviyorum. O hatalarımı sevdiğim için de olgunlaşıyorum. Kaybetmek, kazanmanın provasıdır aslında. Özcan Deniz de söyler bu cümleyi. Kendime yatırım yaptım ve doğru zamanı bekledim. Sabır taşı olsa çatlardı. Çatlamaya yakın bir zamanda kurtuldum.

'Aşkıma nazar değemez'


Yakışıklılığınız başınıza hiç bela oldu mu?

Olmadı tabii canım ama dediğim gibi altı boştur bunun demişlerdir.


Genelde bu güzel kadınlara denir.

Bunu sonra yapımcılar da itiraf etti.


Hiperaktif olmak aşk anlamında sizi zorluyor mu?

İlişkilerim hakkında hiç konuşmuyorum.


Kalbiniz dolu mu?

Bu konulara bugüne kadar hiç cevap vermedim ama şöyle söyleyeyim. Aşk dediğin şey, çok zor yakalanan bir şey. Hayatın sana verdiği bir velinimet. Beklemen lazım, doğru zamanda sana geliyor. Beklerken de açık olman gerekiyor. Aşk sadece ben ve âşık olduğum insanla ilgili, pamuk ipliğine bağlı. Rengârenk bir şey ve onun kıymetini bilmek lazım. Benim aşkıma kimsenin nazarı değemez, benim enerjim buna izin vermez. Ama o büyünün çok fazla deşilip dillendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de sessiz kalmayı tercih ediyorum.


'Kafes dövüşü yaptım'


Portekiz’de ne yaptınız?

Gezdim ve dövüştüm. Küçükken, hiperaktifliğimden dolayı, enerjisini atsın diye beni dövüşe yazdırdılar. Karate ve tekvandoya gittim. İyi bir ‘muay thai’ ve ‘jiu jitsu’ dövüşçüsü oldum. Kafes dövüşü, illegal bir şey değil. Bunun federasyonu da var. Kafes dövüşünün Avrupa’daki merkezi de Portekiz’dir. Orada iyi bir dövüş kulübü buldum. İdmanlara çıktım ve birkaç müsabakaya katıldım, kazandım.


Güzel çocuksun, yüzüne yazık, dövüşme!’ diyen olmadı mı?

Yok, o dönem çok çılgın arkadaşlarım vardı, iyi ki de yanımdaydılar. Uyarsalar da ‘Boşver’ derdim. n

Ne kadar kaldınız Portekiz’de?

Bir sene kadar, orada kararlar aldım ve İzmir’e dönüp Müjdat Gezen’in okuluna kayıt oldum. Günlük bir dizide oynamaya başladım. Sonra ‘Uçurum’ dizisinden teklif geldi ve İstanbul’a gittim.


Babanız oyunculuk yapmanızı onaylamış mıydı?

Kimsenin onayını almadım. Babam bir hayat mücadelesi verdiğimi biliyordu ve bu kararıma saygı duydu.


Yaşadığınız zorluklar oldu mu?

Yüksek yerlerde tanıdıklarım yok, seçmelere girdim. Yapımcılar bazen önyargıyla yaklaştı ‘Eli yüzü düzgün, altı boştur’ gibi bir kanı vardı. Hep bunun altını doldurmakla uğraştım. Zamanı geldiğinde, dolu olduğunu göstermek için bekledim.


'Ben hiperaktifim, bu klinik bir teşhis'


Çocukken, hayalinizde hangi meslek vardı?

Lise yıllarında ya bilgisayar mühendisi ya da oyuncu olmak istiyordum. Ancak hayat şartları bana, ‘Üniversiteyi kazan, masterini yap, bir işe gir ya da kendi işinin başına geç düzenli bir hayatın olsun’ dedirtti. Ama sonra farklı bir şeyler yapmak isteyip hayallerimin peşinden gitmek istedim. Her şeyden, hatta kendimden bile sıkıldığım bir dönem yurtdışına gittim. Orası beni değiştirdi. Kaçtım ve kendimi buldum. Cesur bir insan olarak ülkeme döndüm.


Bir dakika, sırayla gidelim. Türkiye’de üniversite sınavına girdiniz. Hangi bölümü kazandınız?

İTÜ Gemi Makineleri Mühendisliği’ni kazandım. Hızlı bir tercih yapmıştım, İzmir’de oturuyorduk, oradan da sıkılmıştım.


Neydi İzmir’de sizi bu kadar sıkan?

Her şey aynı geliyordu. Bir de ben hiperaktifim, bu klinik bir teşhis. (Gülüyor) Sürekli yeni bir şeyler öğrenmem, görmem ve gitmem lazım. Ufkumu genişletmem gerekiyordu.


Sonra ne oldu?

İTÜ’yü yarım bıraktım. Denizcilik benim beklediğim gibi değilmiş. Askeri nizam vardı, ben ona da gelemiyorum. Bir de sefere çıkıyorsun 6 ay gelmiyorsun. Ben bunları düşünmeden, tercih yapmıştım. O hayatı istemedim. Sonra tekrar üniversite sınavına girdim. İzmir’de babamın işlerine de yardımcı oldum ve Ege Üniversitesi İşletme Bölümü’nü kazandım. 2. öğretimde, gündüzleri babamın yanındaydım, akşamları okula gidiyordum. Sonra biraz kafa dinlemek için yurtdışı programı ayarladım ve Portekiz’e gittim.


Röportaj: Ömür Sabuncuoğlu

Fotoğraflar: Sercan Kazancı

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir cok yeteneli
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.