-Bu Tarz Benim yarışması geçtiğimiz hafta final yaptı. Birincileri hakkında neler söyleyeceksiniz?

Benim katıldığım Bu Tarz Benim programının diğer programdan çok farklı olduğunu düşünüyorum. Yani aslında Bu Tarz Benim programına ben karşıydım. Neden karşıydım? İnsanlar maalesef söylediklerinizi anlamayıp cımbızla seçiyorlar. Sen karşıydın nasıl oldu da katıldın? Ben programın kendisine karşı değildim. Karşı geldiğim şey şuydu: onların giyimlerini kritik edebilirsiniz ama hakaret edemezsiniz. Yani benim karşı geldiğim taraf, programın kendi konsepti değildi. Konsept çok hoş... Çünkü bakarsanız konsept, okul gibi bir konsept. Yani siz geliyorsunuz ve bilirkişiler tarafından eğitim görüyorsunuz. Bu konuda mütevazı olamayacağım ama diplomalı, mastırlı, 45 yılını bu işe vermiş bir öğretmen olarak, talebelerim bunu yapacaklarsa bilirkişiler olarak yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Sokağa çıkıp alaylıları kabul edemiyorum. Her işte, sanatın her dalında alaylı olabilirsiniz ama sanatın giyim dalında alaylı olamazsınız. Çünkü giyim tasarımı öyle bir şeydir ki sadece yetenek istemez. Bilgi de ister. Kostüm tarihini de bilmeniz gerekir. Çünkü giysiler her dönemde insanların hem sosyal, hem inanış, hem politik olarak kendilerini ifade ediş şeklidir. Onun için bunların kökenlerini bilmiyorsanız ve bunların nasıl dikildiğini bilmiyorsanız, kumaşlarını bilmiyorsanız öyle "moda tasarımcısıyım, giysi tasarımcısıyım, alaylıyım" diyemezsiniz. Çok karşıydım çünkü orada, diğer programda alaylı olan ve olmayan insanlar var. Bir hatun var mesela çok güzel bir kadın. Anlıyorum evet, çok güzel bir kadın ama bana güzelliği yetmiyor. Ne mankenlik diploması var, ne bu konuda bir diploması var. Bir tek aksanı farklı diye, yabancı diye orada duruyor. Geri kalan hanımefendi terzi bile değil, dikiş dikmeyi bilmeyen bir hanım. Senelerce hazır getirip satmış bir hanım. Sözüm yok yapabilir, işidir ama sen oturup giysi tasarımında kritik yapacak bir noktada değilsin. Çünkü önce kendi kılığına bakman gerekir. Ben hep dedim ki, bizim programın dışındaki programı önüme koysalar jüri olarak 5 bile alamazlar. Kendi giyinişleri, eleştirdikleri kızlardan o kadar kötü ki… Başında kocaman bir kurdele, arada küçük bir şapka koyuyor. (Gülüyor.)


"Sokakta 1.75 üstü 90-60-90 kadınlar dolaşmıyor!"


-İzleyicinin ilgisi, tepkisi hakkında neler söylersiniz?

Ben maalesef Türk halkına kırıldığımı, üzüldüğümü söyleyebilirim. Çünkü Türk halkı böyle değildi,Türkiye’de yaşayan bütün medeniyetlerin, bütün ırkların halkındaki ilk düstur edep ve terbiyeydi. Benim halkım edepsizlikten hoşlanan bir halk değildi. Ne değişti bilemiyorum? Seviye en aşağı düzeyde… Jüri hakaret ediyor ve halk bundan hoşlanıyor. Şimdi bizim programda kızları biz seçmedik. Zayıf da var şişman da, uzun boylusu da var kısa boylusu da. Ama diğer programda kızlar seçiliyor. Çoğu 30-35 yaşlarında. Daha evvel giyinmeyi biraz öğrenmişler. Ben 19 yaşındaki bir kıza "Sus!" diye bağırabilirim. "Kızım terbiyesizlik yapma" diye bağırabilirim. Ama giyiminden dolayı hakaret edemem. Yahu böyle bir şey mümkün mü? Siz Cemil İpekçi’yi tanıyorsunuz. Mümkün değil. Evladım onlar benim. Tabii ki 19 yaşındaki bir kız bilemeyecek bir abiye elbisenin nasıl yakışıp yakışmayacağını. Daha arama devrinde, saçının hangi renk olup olmayacağını bilemez. Bu eleştirileri ben yapmıyorsam kimsenin yapmaya hakkı yok. Çünkü ben 45 senemi verdim. Bu Tarz Benim, Cemil İpekçi’ye çok yakışıyor. Çünkü ben 45 sene kulağımdaki küpe ile gözümdeki sürme ile giydiğim şalvarlarla hem dünya içi hem dünya dışında aldığım ödüller ile tarzım olduğu ispatlanmış biriyim. Ama sen kafanda fiyonkla, yabancı dille tarzın olduğunu söyleyemezsin. Orda dururum öğretmen olarak sana hakkını verir oturturum yerine! Buna da kimse mani olamaz. Benim halkımın hakikaten oturup düşünmesi lazım; niye bugün Türkiye bu halde diye… Edepsizlikten hoşlanan bir toplum olmaya başlamışsak düşünmemiz gerekiyor. Ben kendi programımdan çok mutlu oldum. Çünkü jüri çok önemli bir jüriydi. Hiç alaylı yoktu. Umut Eker, bu konunun üniversitesini bitirmiş, styling yapan bir genç ve çok bilgili. Ondan çok şey öğrendim. Yeniliğe hep açığım. Artık botlarım, deri montlarım var… Hayatta öğrenmenin sonu yok. Sibel Arna derseniz, çok mütevazı bir kız. Türkiye’den çok yurt dışında röportajlar yapmış bir moda kritikçisi. Senelerce halka yutturdular alaylılar çıkıp benim defilem dedi… Birkaç tanesi gazetelere çıkıp rezil oldu, suyun dibine battı diye. (Gülüyor.) Diğer programda elbisesini dahi satamayan var. İnsan niye gidip ondan diktirsin ki? Taklidi Beyoğlu’nda dörtte bir fiyatına… (Gülüyor.) İşleri de kötü olduğu için böyle bir işe girdi. Tabii biliyorsunuz memleket biraz hiciv sever, biraz da komikseniz, komik bir görünüşünüz varsa insanlar sever, böyle bir çekişme oldu. Ama bizim bitişimiz katiyen hiçbirimize dokunmadı. Programa veda ederken ben hayatımda çaycısından, kızlara, jüriye sabahın dördüne kadar birbirine sarılıp ağlayan bir ekip görmedim. Sanki bir dizi yaptık ve dizi bitiyor, dizi finali gibi…


-Duygunuz seyirciye fazlasıyla geçti…

Anlatamam size. O koca ekiple zannediyorum ki kopamayacağız. Ben mankenler seçtim aralarından kendime. Yeni defilelerimde artık bir kaideyi kaldırdım. Bundan sonraki defilelerimde yok 38 bedensin, boyun 1.75 üstü yok! Sokakta 1.75 üstü 90-60-90 kadınlar dolaşmıyor. Birincimiz İdil oldu. Boyu 1.68 olmasına rağmen defileme çıkacak çünkü çok hoş. Onun boylarında bir sürü genç kızımız var. Neden benim elbisemi taşımasın ki?

Biz yarışmamızda hoş insanlar kazandırdık. Biz sadece tarz değil, sinema, tiyatro, manken dünyasında görebileceğiniz insanlar kazandırdık. Benim en büyük mutluluğum onların sevgisini kazanmaktı. Hepsi ellerinde hediyeleriyle, ‘hocam’ diye geldiler. Dünyada sevgiden başka hiçbir şey önemli değil. Ben onları egom için, reyting yapmak için azarlasaydım bugün bu kadar mutlu olur muydum acaba? Ben gönül kırarak mutlu olamam. Ben de sıradışı, aykırı bir kişiyim. Ben de hayatımda giyinirken kim ne der diye hiç bakmadım. Saçımın arkasını uzatırken acaba millet ne diyecek diye düşünmedim. Hakaret eden bile oldu. İnanın hiç umursamıyorum. Çünkü ben istedim ve yaptım. Gözüme sürme sürerken yerden yere vuran da oldu, bayılan da. Bana ne! Giyim gibi bir hürriyet en zararsız eylemdir. Ben mini etekli kadın ile başı bağlı kadını aynı görüyorum. Şişkodur ama renkli giyinmek ister. O onun seçimidir. Ama oturup bin kilo olup komik giyinirken karşında doğru dürüst giyinmiş bir insanı eleştirmeye hakkın yok. Zaten senin görünüşün komik ve insanlar seni komik oluşunla sevdi, şarkılarla sevdi. Ama haddini bil.



- Biraz ailenizden söz etmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla anne tarafı mufakazakar, baba tarafı Selanik göçmeni daha modern. Nasıl bir çocukluk geçirdi Cemil İpekçi? Nasıl bir aile yaşantısı vardı?

Çok ufaktım annem ile babam ayrıldığında. 6 yaşına giriyordum. Babam ayrılmak istemedi annemden, bir şartla kabul ederim ayrılığı dedi. Son koz olarak Şefkat ile Cemil’i ben alacağım dedi. Annemi çok sevmeme rağmen hala gönlüm kırık. Bir anne bunu dememeliydi. Peki dedi ve bizi gece yarısı babam aldı, babaannemin evine götürdü. Hayatımda o geceyi hiç unutmam. O gün babaannemin evi soğuk, sanki bir hapishane gibiydi. Ablamla kendimizi sokağa atılmış köpek yavrusu gibi hissettik. Sabaha kadar birbirimize sarılıp ağladık. O gece belki de hayatta savaşa başladığım ilk geceydi. Çünkü yalnız olduğumu, annemin babamın bile zamanı geldiğinde bizleri feda edebileceğini, onlar feda edebiliyorsa diğer insanların çok daha kolay feda edebileceğini, kendi ayağının üzerinde durup bir birey olmam gerektiğini o gece öğrendim. Baba tarafım Selanik’li çok modern. Babannem 96 yaşında vefat etti. Son dakikaya kadar ruju vardı, tırnakları bakımlıydı. Venedik’te 100 yıl evvel omzu açık elbisesiyle gondolda resimleri var. Annemin ailesi saraylı. En inandıkları insanları saraya hizmet etmeleri için kendi boylarından gelen aşiretlerden kullanmışlar. Bir dedem sarayın huncu başı, bir dedem sarayın müneccim başıydı Karabaş hazretleri… Büyük babamın babası Ömer Faruk Efendi ve Abdülhamit Efendi'nin Kuleli'den hocası. Babam da Abdülhamit Efendi'ye verilmiş. Her şehzade çocukken bir saraylı tarafından yanına arkadaş veriliyor, beraber büyüyor, yaveri oluyor. Abdülhamit Efendi'nin yaveri olmuş. Abdülhamit Efendi çok hassas biriymiş ve veremden ölmüş. Annemin ailesi muhafazakar ve Bektaşi bir aile olduğu için benim özel hayatımı çok tasvip ettiklerini sanmıyorum. Fakat hayatta bir gün konuşulmaz, kırıcı bir şey söylenmez, lafı bile edilmezdi. İçlerinden "keşke öyle olmasaydı" dediklerini biliyorum. Baba ailem öyle değil. Hayatta başarılı ve edepli olman yeterli onlar için…


-Anne tarafınız ile baba tarafınız farklı. Bu fark sizi nasıl etkiledi?

Babam ve annemin ayrılmasının altında kültür farkı var. Annem 8 aylıkken annesini kaybetmiş. Meşhur Karaköy börekçisi annemin dedesi olur. Annesi ölünce büyük bir miras kalmış. Çubuklu Suyu'nun yüzde otuzu, Çubuklu’daki köşk, Karaköy Hanı, Karaköy Hamamı anneme 8 aylıkken kalmış. Büyük babam da çok edepli bir adam. Karısından böyle bir miras kalıyor ama Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçince bütün Osmanlı’daki devlet adamlarına Cumhuriyet’te bir vazife veriliyor ve kültür ateşesi oluyor. Maalesef Paris’e gidiyor ama Abdülhamit Efendi çoktan vefat etmiş, iki yıl orda kalıyor. Sonra Macaristan’da kültür ateşesi oluyor. Orda cici-annemle tanışıyor. Bir Macar ciciannem vardı. Allah rahmet eylesin, çok severdim. Çok tatlı bir kadındı. Türkçesi bozuk, hiç Türk yemeği yapmayan, çok şeker bir kadındı. Fakat hiç o paraya dokunmamış. O para hep anneme kalmış. Annem bir nine, babaanne, babaannenin kız kardeşi, babaannenin dadısı, kendi dadıları ile büyümüş şımarık bir kadındı. Hayatımda annemin rica ettiğini duymadım. Annem tuhaf emrederdi. “Bir kahve yap!” demezdi. “Ay benim kahve vaktim geldi” derdi. Çubuklu'daki köşk satılırken babamın işleri bozuktu ve babamdan ayrılmasına, babamın üçüncü hanımı almasına rağmen annemden bütün parayı istedi ve annem hepsini verdi. “Anne bu para senin değil dedelerimizden kaldı” dedim. Gözünün ucuyla baktı ve ‘Ben daha ölmedim’ dedi. Bir kere anneme "Aman" dediğim için 8 ay benimle konuşmadı. Yani o derece saygıya önem verirdi. Şimdi hayatta kalan bir Füsun Ablam var anne tarafımdan en büyük olan… Onun karşısında bir edepsizlik, saygısızlık yapmam mümkün değil. Hep gözlemlerdim. Çok hoşuma gitmişti anne baba tarafından iki farklı kültürü birden almak.


"Moda faşist bir şey!"



-Modacı denilmesinden rahatsız oluyorsunuz, neden?

Moda bir sektör. Ben 1971’den 1974’e kadar modaya hizmet ettim. Zeki Triko ilk iş yerim. Hayatımın hocası Zeki Başeskioğlu. Türkiye’de 2 kişi vardır moda aleminde. Birincisi Zeki Başeskioğlu ikincisi ise Vitali Hakko. Bugün insanlar cirit atıyorsa ortada bu iki isim var olduğundandır. Çünkü ilk tasarımcı kullanan Zeki Başeskioğlu’dur. Bir malı ilk paketleyen, güzel gösteren ise Vitali Hakko’dur. Bir süre çalıştım. Sonra baktım ki yapamıyorum, moda faşist bir şey… Senede üç defa gidiyoruz defileleri izliyoruz, arkadan moda trendleri geliyor, çizdiklerini o çerçevede yapman gerekiyor. Bana göre değil. Çok da iyi bir maaş alıyordum. Bir gün eve geldim. Annem ile yaşıyordum. Odama gittim, iki tane dikiş makinesi aldım. Anne yapamayacağım, kendi atölyemi açacağım dedim. 1975’te kendi atölyemi kurdum. Ben şilebezi seviyorum, pazen seviyorum. Katiyen diğer kumaşları sevemiyorum. Diğer kumaşlardan da dikiyordum ama hep pazen ve şile seviyordum. Sonra ‘Çingene’ diye bir butik açtım. Orda hep pazen ve şilebezi kumaşlardan etekler vardı. 2 yıl evvel Bodrum’dayım ve 60 yaşlarında bir hanım karşıdan bana doğru geliyor. Kadının üzerinde şile bezi bir elbise var. “Ne kadar güzel bir elbise, kim yapmış acaba bu elbiseyi?” dedim. “Hatırladınız mı, sizin elbiseniz?” dedi. "1975 yılında Çingene butikten almıştım, gelin bana" dedi. Benim on tane elbisem vardı kadında... Bir tasarımcı için bundan büyük bir mutluluk olabilir mi?


-Sonra yolunuza nasıl devam ettiniz?

Ben yolumda devam ettim. Sonra Fransa’ya gittim. Türkiye’de laf söylenmesinden rahatsız oluyordum. O zamanlar daha da gençtim. Bir de 80 olayları başlıyordu. 1977 sonunda dayanamadım gittim. Hepimizin muhafazakar bir tarafı var…

Annem Fransız ekolündendi. Biz annem ile Türkçe konuşmazdık. Fransızca konuşurduk, Fransızca kavga ederdik. Fransa’da yaşamama rağmen, yalvarmama rağmen, "kalk gel benimle yaşa" dememe rağmen gelmedi. En sonunda yatağa girdi, "hastayım" dedi ve beni geri döndürdü. Döndüğüme zaman zaman pişman olmadım değil. Belki burada Cemil İpekçi olmayacaktım fakat tam o sırada gelmeden bir yıl evvel Marikler’de el mecmuasında ‘Cemil İpekçi Çingene butik’ diye çıkmaya başlamıştı. Teklifler gelmeye başlamıştı. Belki dışarıda Cemil İpekçi olacaktım. Belki çok mutlu olacaktım, belki de çok mutsuz…

Çocukluğumdan beri konuştuğum bir Allah’ım var. Bana öğretilen Allah değil. O benim Allah’ım. Kızsam da ona bazen benim için neyin iyi olup olmadığını muhakkak o biliyor. Dönmemde de bir hayır vardı. Çünkü bir sürü talebe yetiştirdim. Erol Albayrak, benden sonra dünya ikinciliğini alan, benim talebemdir. Demek ki benim bir vazifem varmış. Ben zaten yıllardan beri teslimim ona.Benim için her şeyin iyisini o biliyor.


"Benim sarayım ben neredeysem orada"


- Başarınızın sırrı inancınız diyebilir miyiz?

Evet. Ninem Bektaşi olarak son eldi. Plan yaparken hep gülerdi ve derdi ki, insanlar plan yaparken Allah gülermiş. Çünkü hakikaten kader var. Ben çok konuşurum Allah’ımla. Hayırlardan hayır getirecekse ve sen bana bunu uygun görüyorsan olsun derim her zaman. Tam imza atarken biten işlerim olmuştur. Çok aptal işlerden harika şeyler gelmiştir. En parasız anımda birdenbire o dakika para gelmiştir.

Ben yirmi iki odalı bir köşkte doğdum. Dünya sineması bizim, Yeni Melek sineması bizim, Çemberlitaş bizim… 22 yaşına kadar dadılar falan… Afedersin o köşkte yaşamıyorum ama bu Fransız sokağındaki benim olmayan kiralık evin içinde, eski bir evde de köşkteki kadar mutlu oluyorum. Çünkü benim sarayım ben nerdeysem orada. Yani benim sarayım mekanla olmaz ki. Benim sultanlığım, senin bana sultan demenle de olmaz. Ben zaten sultan doğdum. Ben zaten sarayım. Nereye koyarsan koy… Sen sarayı maddiyat ile yapamazsın. O yüzden üzüldüğüm yok. Evet, çok evlat istedim. İki defa bu yüzden evlilik geçirdim. Biri on yedi, biri yirmibir yaşındayken… İlk evliliğim imam nikahı, ikincisi resmi nikahtı.


-Atölyenizdeki eşyaların her birinin bir anlamı, bir hikayesi var. Buna geçmişten kopamamak diyebilir miyiz?

Hayır, annem nefret ederdi. Annem de aynı köşkte doğmuştu. Hatta annem yatak odasını kırdırıp sobada yaktırdı. 250 yıllık bir yatak odasıydı. Ablam ise eski eşyaları evine sokmazdı. Ölülerin elleri değdi diye…

Ben daha ufacıktım. Köşkte sandık odaları vardı. Bende çoğu duruyor. Eski kitaplar, romanlar, Osmanlıca yazılmış… Hep o yaşanmışlığı çok sevdim. Bir tek parmaktaki inci yüzüğü almam. Ama annemin inci yüzüğünü aldım ve hiç çıkarmam. Annemin bana kalan mücevherlerini ablamın kızları evlenince onlara verdim. O inci yüzüğü annem son dakikaya kadar çıkarmadığı için aldım. Fakat bir tek annemin yüzüğünü aldım, başkasının inci yüzüğünü asla almam. Çünkü iki tane taş vardır: Firuze taşı ve inci. Yaşarken eğer negatif enerjili bir insanın üzerindeyse o negatif enerjisi olduğu gibi size geçiyor. Firuze renk değiştirir ve ölmeye başlar. Kötü enerji ile yeşile döner.


-Peki hangi taşları kullanmayı önerirsiniz?



Burçlarınıza göre tabii ama her burca en iyi gelen, yüzyıllardır da İslam dininde de bilinen Akit taşı. Teninize değmesi lazım. Sağlık için, her şey için çok iyi bir taştır.


"Düşmanlarım sayesinde Cemil İpekçi oldum"


-Burcunuz ne?

Aslan, yükselenim yengeç. Duygusal hayatım yengeç, iş hayatım aslan.

Ateş grubuyum. Biraz deli tarafımız var. Ben hep derim ki, "ben Cemil İpekçi olduysam dostlarımın sayesinde değil, düşmanlarımın sayesinde oldum." Çünkü benim yapım lastik top gibi. Bana ne kadar vurursan o kadar yukarı zıplarım. Aptallar hep bana kompliman yapıp bıraksalar belki hiçbir şey olmayacak. Ama ayağımın üzerinde yürüyüp bastıklarında beter oluyorum.


-Cemil İpekçi'nin aldığı en anlamlı ödül hangisiydi?

Çok sevdiğim bir gazetecidir Hıncal Uluç. Bir yazısında "artık Cemil İpekçi’nin de pazeninden, şalvarından bıktık" yazmıştı. Bir hafta sonra Azra Akın ile dünya ödülünü pazen ile aldım. (Gülüyor.) Yani bu nasıl bir kapaktı? Kristal dünya hayatımın ödülü. En iyi tasarım ve en iyi tasarımcı ödülüydü. Bundan büyük bir keyif olabilir mi?


-Bir röportajınızda "herkesin hayat kumaşı birbirinden farklı" demişsiniz. Sizin hayat kumaşınız nasıl?

Benim kumaşım çok farklı. Özel dokunmuş bir kumaş. İçinde pamuk da var, ipek de. Ben o kumaştan kendime çok güzel bir palto yaptım. Gökkuşağı kadar renkli… Şanslıyım, çok karışığım. Büyük dedem Erzincanlı-Zaza, Bağdat’a vali olarak gittiğinde ninemle evlenmiş. Oğlu Safranbolu Yörük bir kadını almış. Büyük babamın babası İstanbul alındığında Bizans döneminde Arnavutköy’de oturan Kayı boylarından Türk, babam Selanikli İspanya’dan gelmiş. Rabbim beni binlerce tohumla karıştırıp Cemil’i çıkarmış ve bundan da çok mutluyum.


-“İçimde durduramadığım bir maço var” ve “tasarımlarımı içimdeki kadına göre tasarlıyorum” diye iki ayrı sözünüz var. Bu iki sözü biraz açar mısınız?

İçimdeki kadının giymeyeceği elbiseyi yapmam. Ben hep diyorum, bir kabın içine Sezen Aksu’yu koyun, Leyla Alaton’u koyun, Yonca Ebuziya’yı koyun, harmanlayın, nasıl bir tipte kadın çıkar? Hafif uzun boylu, çok uzun siyah saçlı, biraz erkeksi ama çok pervasız, belki hayatında dar eteği çok az giyen ama bol kloş etekler ve sandaletler giyen, kocaman takılar takan ve böyle kendi hayatını yaşayan bir kadın. Maço tarafım bayağı maçodur. Kadın arkadaşlarım çok iyi bilir. Bir yere çıktığımızda hesabı ödemeye kalk, tokatı yersin! Ancak bir kadın arkadaşım beni evine yemeğe davet ederse kendi eliyle yaptığı yemeği bana yedirebilir. Seninle dışarı çıktığımda yan masadan biriyle konuş, bir daha görüşmem bile. Evinden alırım evine bırakırım. Karımla da öyleydim. Açık giyebilir ama yerine göre giyebilir. Yani Beyoğlu’na iniyorsak bütün kız arkadaşlarım düğmelerini ilikler, çok mini giymezler. Çünkü birden kavga ederken buluyorum kendimi. O maço tarafım bir anda içimden çıkıyor. Ben iki kişilikle yaşıyorum. İkisi de birbirine aşık ve ikisi de çok mutlu. Biri işveli cilveli, biri maço. Benim bir tek hesap vereceğim yer var. Onun içinde Kur'an çok önemli. Ben öyle imam hoca falan da tanımam. Allah ile arama kimseyi almam. Bir Kur'an var, bir Allah’ım, bir de peygamberim var. 20 yaşında farklı algılıyorsun, şimdi farklı. Öyle şifreli bir kitap Kur-an-ı Kerim.


"Adamcağız büyüyünce kendini sadece organ zannediyor"


-“Günaha Mektuplar” gibi çok cesur kitaplarınız var. Özellikle Günaha Mektuplar’da "façam" diye hitap ettiğiniz, uzun yıllar beraber olduğunuz, hala da unutamadığınızı söylediğiniz bir aşk var. Nedir bu aşkın öyküsü ?

Otuz yıllık büyük bir aşktı ama 13 yıl evvel ben bırakmıştım. Terk etme nedenim şuydu: Ailesi zorla evlendirmişti. Evliliğinde 5 yıl beraber oldu. Bir kızı bir oğlu oldu. Bana 6’da geliyordu, eve akşam 12’de gidiyordu. Tabii o zamanlar gençsin de, bir taraftan da seviyorsun hoşuna gidiyor. Sonra bir gün kızıyla geldiğinde kızı bacağına sarıldı. “Baba bu akşam da geç mi geleceksin?” dedi. O gece sabaha kadar uyumadım. Dedim ki her şeye hakkın var ama bir çocuğun gönlünü kırmaya, hayatını bozmaya, aşkın da olsa hakkın yok. Bu burada bitmiştir.


-Zor olmadı mı vazgeçmek?

İlk üç günü hatırlamıyorum. Hastaneye kaldırmışlar. Ama 13 sene de onun hiç bitmedi. Her gün 4 kere aradı. Üç kere falan cevap verdim. Bir kere buluştum. En son kazara duydum hastalığını… Helalleşmek için telefon açtım. Dedi ki; üzülme çünkü ben zaten 13 sene evvel beni bıraktığında ölmüştüm. Şimdi ise bedenim ölüyor. Benim bedenime değil ruhuma aşık olmuştu ve ben de ona aşık olmuştum. O bana hep ağam dedi. Suratında büyük bir faça izi vardı ve façam derdim. Şimdi işte öldüğü günden itibaren ona mektup yazıyorum. Bilmediği çok şey var. Onu aldatmadığımı sanıyor mesela ama aldattım. O hep kendisi aldattı zannetti ama ben de aldattım. Çok güzel göründüğüm günler, ona çok iyi davrandığım günler de, içimden ‘’inşallah ölürsün’’ dediğim günler de oldu. Şimdi mektuplarda duygularımı anlatıyorum. İyi ki yaşadım. Hiç pişman değilim. Bir daha dünyaya gelsem aynı insanla yaşardım. Aslında benim 13 yıldır hayatımda kimse yok.


-Neden yok?

Çünkü mana ifade etmiyor artık. Öyle büyük bir aşk yaşadıktan sonra hayatınıza ikincisi gelemiyor. Ama bir taraftan da bir yola çıkmışım. Ben buyum demişim. İnsanlar da sürekli karıştırıyorlar. Birini koymam lazımdı. En yakın arkadaşım kabul etti. Aslında Bekir benim hayat dostum. Oğlum gibidir. Torunum da oldu. Bir tanesi de yolda. O da kız olacak. Leyla İpekçi geliyor. Sabah kalktığımda ilk işim şunu söylemek: "Bugün sağlık sıhhat niyaz eyle ruhen ve bedenen sana bırakıyorum."

-Bodrum’un hayatınızdaki yeri neden farklı, özel bir hikayesi var mı ?

1963’te evden kaçtım. Babama tatile çıkacağım dedim. İzin vermedi. Aynı yaşta bir arkadaşım ile kaçmaya karar verdik. Babamın cebinden para çaldım. Sırt çantasıyla İzmir’e gittik. İzmir’de hippi olmak istiyoruz. Basmane'de yabancı hippiler vardı. Onlarla sabaha kadar oturduk. Sonra Bodrum’a gittik. 1963’te Bodrum’da azca beyaz evler ve mavi bir deniz var... Ama ben Bodrum’a doğasından değil Bodrum’lulardan dolayı vuruldum. Bir ülkede bu kadar medeni, bu kadar sevgi dolu insanlar olamaz.


-Hiç yoruldum artık çalışmayacağım dediğiniz bir an oldu mu?

Demeye çalıştım 2 yıl evvel. Yıllarca biriktirdiğim bir param vardı. Onun faizi ile gider her ay kendime mücevher alırdım. O parayı tükettik. Gittim bahçeye iki ev yaptırdım. Oteli yaptım. Bekirler de yerleşti, torunum, iki köpeğim, iki kedim... Artık tamam deniz, güneş dedim. (Gülüyor.) Yok kardeşim, elim ayağım tuttukça çalışacağım. Yaşar Kemal’i kaybettik. Adam 92 yaşında öldü ve son saniyeye kadar ayaktaydı. Bazı ruhlar var 100 yaşına da gelse duramaz. Benim ninem 102 yaşında vefat etti. Bir akşam yattı sabaha kalkmadı. Öğle yemeğini yiyip, kahvesini içip, sigarasını içip, yarın ne yapsam diye planlar kurup akşam üstü yattı, motor durdu, bir daha kalkmadı. Halam da aynı. Yatakta sigara keyfi yaparak ölmüş. Halamın oğlu öldüğünde halam 85 yaşındaydı. Ölümünün ertesi günü ruj sürmüştü. Kızı, yeğenim Ayşe demiş ki "Anne ne yapıyorsun, abim öldü?" "Olabilir, 87 yaşındayım, her an gidebilirim. Şimdi bu ruju sürmesem akşam da ben giderim" demiş. Zaten Bektaşiler'de ağlanmaz. Tam tersine, o gece Allah’a kavuştuğu için büyük bir sofra kurulur. Egomuzdan kendimizi paralıyoruz. Ama o Rabbine kavuşuyor. Onun bayramı o. Geçici dünyayı bitiriyor. Ben öyle değilim. Cenazelere katılmıyorum diye kızıyorlar. Çünkü annem ile babam aklıma geliyor. Kendime neden o ızdrabı çektiriyim? Annemi defnettiğim zaman ‘Hoşça kal Sahirem, diğer alemde görüşürüz. Artık burada değilsin, biliyorum’ dedim.


-Zeki Müren'nin size verdiği öğütleri ve hayatınızdaki değeri biliyorum. Zeki Müren ile unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?



Zeki Müren sadece bir ses değildi. Zeki Müren, Türk Sanat Müziği’nde bir devrim yaratan, sahne hayatında devrim yaratan ve aynı zamanda müthiş bir zekaya sahip olan biriydi. Cemil İpekçi, Cemil İpekçi olduysa eğer Zeki Müren, babam ve ablamın kocası Ahmet sayesinde oldu. Benim hayatımda birkaç cümlesi var. Mesela bir gün 19-20 yaşlarımda saçlarım çok uzunken hakkımda ilk defa kötü bir yazı çıkmıştı. “İpekçi’lerin oğlu cemiyet dışı hayatı ile çok ilgi çekiyor” diye. Ben de ağlıyorum. Bana Cemil demezdi rahmetli, Ceylan derdi. "Ceylan neden ağlıyorsun?" dedi. "Bakın" dedim, "ne yazmışlar." "Bir gün çok meşhur olacaksın" dedi. "Bu gazeteciler boşuna yazmaz" dedi. "Yalnız bir şeyi çok iyi öğren" dedi. "İnsanların yüzüne hakikatleri önce sen vur ki onların senin yüzlerine vuracak hiçbir şeyleri kalmasın" dedi. Bu cümle benim için çok önemliydi. Sonra hiç çekinmedim. Allah rahmet eylesin. Çok güzel günler geçirdik.


-Son zamanlarda kadına şiddet haberleri epey arttı. Bir röportajınızda “eşini döven adam aslında gizli gay olabilir" demişsiniz. Bu cümleyi biraz açar mısınız ?

Dünyada ‘gay liberation’, ‘gay hürriyeti’ denilen çok büyük ve güçlü bir şey var. İlümünati değiliz ama bu dernek çok güçlü. Ben de onun Türkiye üyelerinden bir tanesiyim. Bunun içinde psikologlar var. Senelerce gayliğin ne olduğunu kendi kendimize araştırdık ve bunun bir üçüncü cins olduğunu öğrendik. İki aya kadar bir cenin dişidir. Beyinde kimliğini belirleyen bir sıvı var. O sıvı, beden erkeğe dönüşürken sıvı hala dişi kalıyorsa eşcinsel doğuyor. Bu durumun doğuştan olduğu ispatlanmıştır. Derneğin elinde çok para var ve konuyla ilgili çok araştırma yapıyor. Bu araştırmalar sonucunda bakıyorlar ki karısını döven erkekler aslında gay ama toplum şartlarından dolayı evlendirilmiş. İstemediği bir hayat yaşıyor. Ya içkiye vuruyor kendini ya da bütün hırsını o kadından çıkarıyor. Çünkü hakiki bir heteroseksüelin, böyle bir kompleksi olmayan heteroseksüelin devamlı dövmek gibi hırsı yok. İkinci bir yanlış da, dünyada da bu böyle, oğlu olunca anneler hep çok mutlu olmuş. Sülale sanki sadece erkekle yürüyor. Kız doğunca sanki sülaleden değil. Erkeklere doğduğundan itibaren Türkiye’de ‘ah oğlumun organı, hanimiş oğlumun organı’ gibi şeyler söylerler. Ben çok çirkin bulurum. Adamcağız büyüyünce kendini sadece organ zannediyor. (Gülüyor.) İnsan olduğunu unutuyor. Dünyadaki tek vazifesinin bu olduğunu zannediyor. Annelerde de suç var. Bakıyorsunuz, oğluna çok düşkün anneler kocaları tarafından hep mutsuz olan kadınlar aslında…


"Kadınlar çocuklar öldürülürken gey hakkı bir şıktır"


-Son dönemin tasarımcılarını nasıl buluyorsunuz?

Çok iyi. Özellikle takip ettiğim yok. Ama benim aşık olduğum Ümit Ünal var. Deliriyorum tasarımlarına. Her bir tasarımı duygu dolu. Kendime çok benzetiyorum. Fakat bir kaç genç tasarımcı daha başladı. Müthiş bir ilerleme var. Dünyada İtalya ve Fransa kökenli tasarım devlet güvencesi altında… Hindistan da tasarımcılarını devlet himayesi altına aldı ve şu an Hindistan dünya modasında çok önemli bir yerdedir. Japonya yıllar evvel fark etti, himayesine aldı ve Japon modacılar, tasarımcılar patladı. Türkiye’de hangi sanat dalı devlet himayesi altına alınıyor ki bu da alınsın? Giyim tasarımı sanat olarak kabul edilmedi bile…

Ülkemden çok şey beklemiyorum. Ben bir gay olarak gay yürüyüşlerine de katılmam. Bana katılmadığım için çok kızıyorlar. Bir ülkede insan hakları olmadan, kadınlar öldürülürken, çocuklar öldürülürken, gey hakkı bir şıktır. İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, sonra bakarız gay haklarına…

Bir gün elbet sanat olarak kabul edilir. Ülkemin zor günleri var. Ülkem çok tatlı bir ülke. Ben ülkemin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine gittim. Ülkemin insanlarına kurban olayım.


-Genç tasarımcı adayları için neler söyleyeceksiniz?

İlk önce bunun bir sanat olduğunu kabul etsinler. Moda sektöründeki yerlerini bulmaları gerekiyor. Çünkü bir giysi tasarımcısı sadece elbise tasarlamaz. Belki elbisede çok başarılı değildir ama ayakkabıda başarılıdır, aksesuarda başarılıdır. Ya da giysi tasarımını öğrenip pazarlamada başarılı olabilir. O yüzden önce kendi yerini bulacak ve ondan sonra onun üzerine gidecek. Bunun bir iş olmadığını, bir yaşam biçimi olduğunu bilecek. Çünkü sanat bir iş olamaz. Ancak senin bir yaşam biçimindir. Şöhret olmanın da çok büyük bir anlamı yok.


@ozlemmgenc

Manşet Fotoğrafı: Sedat Tuna

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir sevgiler herkese
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.