Canlandırdığı karakter için gülümseyerek “Çok beğenen de oldu, hiç beğenmeyen de” diyor Melis Birkan. İnsan hiç beğenilmiyor diye mutlu olur mu? Oluyormuş demek, nedenini uzun uzun açıkladı. Sadece onu değil, magazinciler peşinden koşarken neden afalladığını, kendi dünyasını ve daha da önemlisi buluşma nedenimiz olan Moda Sahnesi oyunu Bira Fabrikası’nı anlattı. 24 Ekim’de Zorlu PSM’de sahnelenecek oyununda Beyazbüyü’yü canlandıran Birkan ile buluştuk. Çok soruldu, size de söyleyeyim; evet, ekranda göründüğünden hem daha güzel hem de daha uzun!


Bira Fabrikası sizin ilk oyununuzdu, bu süreçte kendinize neler kattınız?

Kemal Aydoğan rol için beni düşündüğünü söyledi, “Emin misin?” dedim, çok emindi. Benim için büyük bir şanstı. Metni anlamamız için Kemal Abi bize bir okuma listesi verdi. Bazı kavramların nereye dayandığı, dünyada neler ifade ettiği hakkında fikir sahibi oldum. Öğrendiklerim öyle çok ki... Mesela oyunculuğa başladığım zamanlar, tiyatronun önemli olduğunu söylediklerinde anlamıyordum.

“Başta kendime çok güvenememiştim”

Bu rol için çok zaman harcamışsınız belli ki. Oynadığınız karakterin size bedeli neydi?


Üstesinden gelebilmek için çok uğraştım. Çünkü bir kişiliği değil, dünya üzerindeki durumları anlatmaya, göstermeye çalışıyor. Gerçi “Tek başına üstesinden geldim” asla diyemem. O seyircinin yorumu ki çok beğenen de oluyor, hiç sevmeyen de.


Üzüyor mu bu sizi?

Hayır. İyi ve kötü yorumlar, duymayı sevdiğimiz şeyler. Doğru noktalara temas ettiğimizi düşündürtüyor. Bence herkes her şeyi sevmemeli, herkes her şeyi beğenmemeli de. Başta kendime çok güvenememiştim rol için; Kemal abi o cesareti verdi, kendi risk aldı.


Al Pacino’nun bir sözü vardır: “40 yaşına kadar Hamlet’i oynamamız gerektiğini söylerler, yanılıyorlar. O yaşa geldiğinde Hamlet’i oynamanın imkânsız olduğunu anlıyorsunuz! En iyisi gidip oynamak.”

Ne doğru. Ama “Ben rolün altından nasıl kalkabilirim?” diye oturup düşünüyorum. “Her şeyi yaparım” deme gücüm yok. Başta kendime dürüst olmaya çalışıyorum.


Dünyadaki kavram karmaşası içinde böyle eleştirel bir oyun sergiliyorsunuz. Araştırmalarınızda neler keşfettiniz?

Fark ettik ki söylenmiş, kalıplaşan sözlerin tarih içinde hep bir döngüsü olmuş. “Dünya neden hâlâ tam olamadı, barışı neden sağlayamıyoruz, neden beceremiyoruz?” sorularının temsili bu oyun.





Acımasız dünya sendromu var Bira Fabrikası’nda. Kötü olaylara karşı duyarsızlaşma ve hatta gülmek. Aynı günümüzde olduğu gibi.

Şimdilerde endişelenip korkmamaya imkân yok. Artık seslerden bile işkillenir hale geldik. Biz yine de bir sürü insana göre daha şanslıyız, tam savaşın ortasında olmamaktan söz ediyorum. Haberlerden okuyup “Ah, vah, tüh” deyip hayata devam ediyoruz. Evet, acımasız bir şey ama “Bunu yapmaya devam etmeyeceğim” diyerek dünyanın geri kalanı da deliremiyor. Değişik bir tarih yazılıyor, bilmiyorum yazılan tarihin ortasında mıyız, başında mıyız, yoksa sonunda mı... Oyundaysa yazar, komediyle dramı daha acı şekilde anlatmayı tercih etmiş. Bir şeye güldükten sonra “Ben buna neden gülüyorum, bu gülünecek bir şey değil” deyip kendine şaşırdığı durum var ortada. Moda Sahnesi’nin amacı da bu aslında, bir şeyler anlatalım ama gülmeyi de unutmayalım.


Geçenlerde bir araştırma yayınlanmıştı, Türkler en az gülen milletler arasındaydı.

Gülmeyi çok severim ama farkındayım bu dediğiniz durumun. Yurtdışında bir yere gidince daha çok gülümseyen insan görüyorum. Ama burada gülümseyince nedense altında anlam arıyoruz. Gülüyoruz, ne güzel.


Oyununuzda erkek hegemonyası ele alınıyor, çoğu oyun gibi. Peki ya bütün karakterler kadın olsaydı ne olurdu?

Kadın kadına belki bu savaş daha çetin, daha acımasız ve daha çetrefilli gibi geliyor. Kadınların mücadelesi naif olmaz gibi. Bakın bir örnek vereyim; konservatuvar zamanlarında fark etmiştim, kız soyunma odasında her zaman erkek soyunma odasında olduğundan daha fazla sorun çıkar. Erkekler kimi durumlarda daha uzlaşmacı ama kadınlar kinci olabiliyor ya da detaylara takılabiliyor.


Karakteriniz Beyazbüyü, kadınsılığını yitirmemiş bir güç. Aslında kadınlar güç elde edince erkeksileşir.

Özellikle siyasette görüyoruz bunu; kadınlar, erkek dünyasında yeniden şekilleniyor. O dünyada iletişim kurmanın yöntemi belki bu. Beyazbüyü ne yaşarsa yaşasın her şeyi üstleniyor ama güzel kalmayı beceriyor. Biraz Batı temsili aslında; içeride ne olursa olsun dışarıdan güzel görünmeyi, ne görmek istiyorsanız size onu sağlamaya çalışıyor. Dengeyi bilemem ama bu erkek için de geçerli. Çok fazla kadının büyüdüğü evde, bir erkek bir şekilde kadınların diline hâkim olur.


Beyazbüyü’nün sizde olmayan hangi özelliği hoşunuza gidiyor?

Bir fütursuzluğu var, bana o bazen iyi bir şeymiş gibi geliyor.


Bir yandan başka bir oyunda platonik bir âşığı, Helana’yı canlandırıyorsunuz, diğer yandan da erkeklere kafa tutan Beyazbüyü’yü... İkisinin karşılıklı bir masaya oturduğunu düşünelim.

Helena ağlayarak ve bağırarak “Vazgeçme!” der, Beyazbüyü ise sesini çıkarmadan ukalaca ona güler. Belki para, güç ve gerçek dünyadan bahseder. Helena bunu asla kabul edemezdi. Beyazbüyü’nün dünyasında aşk falan yok.





Aşk demişken, geçen hafta New York Times’ta çıkan bir araştırma yeni jenerasyonun en başta aşktan vazgeçebileceğini söylüyor. Bu dünyada aşka dair bir iş yapmak, hayata fazla romantik bakmak mı sizce?

Kendi adıma cevap verirsem, söz ettiğin araştırma sonucu çok acı. “Aman... Ben bunu duymamış olsam keşke” dediğim bir şeydi. Çok çaresiz ve güçsüz hissettiğimiz zamanlarda yaşıyoruz, aşkı gözden çıkarıyoruz galiba. Aşk, umut ve hayal kurmak demek. Ondan vazgeçiyor olmak, kendinizle ilgili çok fazla şeyden vazgeçmek demek. Romantizmi kaybetmemek gerek.


İçinizde biraz Helena mı var yoksa?

Yok canım. Ama ona çok kızsam da anlıyorum. Shakespeare’in o zamanlar yazdıklarına, bugün nasıl şekilde inanıp konuşabiliyoruz?


Ya Shakespeare bugün yazsaydı onları?

Kim bilir... Daha umutsuz olurdu, bilmiyorum. Ama o zamanlar o aşkların içinde daha çok doğa varmış.

İyi oyunculuğun altında hep gözlem yeteneğinin yattığı söylenir. Şu sıra insanları gözlemlediğinizde ne görüyorsunuz?


Aslında sırf insanları gözlemlemek için bir şey yapmıyorum.. Ama gördüğüm şeyi söyleyeyim; umutsuzluk. Herkes birbirinin gözünde bir sorunun cevabını arıyor gibi... Cesaretsizlik, bir şeyleri söylemekle ilgili cesaretsizlik. Seslerimiz biraz daha kısık, yanlış bir şey söylememe kaygısından.

“Magazincilere aldığım lokumu mu anlatayım?”

Birkaç kişiye “Melis Birkan denince aklınıza ne geliyor?” diye sordum. Bir kadın “Gelinim olsa keşke” dedi, bir başkası “Daha çok makyaj yapsa süper olur” dedi. Ama genelde herkes sizin “cici ve iyi kız” olduğunuzu söyledi. Gerçekten katıksız iyi misiniz?


(Gülüyor.) “En sevdiğim özelliğim dürüstlüğüm” diyormuşum! (Kahkahalar.) Şaka tabii. Katıksız iyi diye bir şey var mı? Benim de sinir yanlarım ve beceremediğim şeyler var. Sadece dışarı yansıtmıyorum, yakınlarım bilir. Daha çok işimle bilinmek daha iyi. İnsanların aklında kalan oynadığım karakterler aslında.


Magazin haberlerine mesafeniz bundan mı?

Oralarda görünüyor olmanın da işe belki bir katkısı vardır ama ben hâlâ alışamıyorum. Panikliyorum. Çünkü bir mağazaya gidiyorum, bir şeyler alıyorum; hop bir fotoğraf çekiyor. Neden bahsedeceğimi bilmiyorum. Yani lokum almaya gittiğimde lokumu mu anlatmalıyım? Bazı insanlar bu konuda profesyonel. Magazine iki söz söylüyor, pozunu veriyor ve yoluna devam ediyor. Kıskanıyorum onları valla. İleride belki rahatlayabilirim. Yine de çeşitlilik güzel.


Kariyerinizde hangi evredesiniz?

Bilmiyorum! (Gülüyor.) Öğrenme evresindeyim ama bitecek mi bu evre?





“Che, Shakespeare, Nâzım...”

Şimdi bir de aralıkta bir filminiz geliyor. Tolga Çevik ile oynadığınız “Sen Benim Her Şeyimsin”. Nasıl geçti?

Tolga’yı çok seviyorum, çok yetenekli. Çekirdek bir kadro zaten, Tolga’nın çocukları da oynadı. Mutlu ve gülerek çalıştık. Duygusal bir film. Bu yüzden benden daha çok beklenebilir ama Tolga’yı sevenlere ters köşe olacak.


Bugün Dünya Hayvanları Koruma Günü. Çok duyarlısınız bu konuda, belki bir mesaj vermek istersiniz.

Bu dünyada sadece insanlar yaşamıyor, başka canlılar var. Onların alanlarını işgal ettiğimizden onları korumakla yükümlüyüz. Ben böyle düşünüyorum. Herkes elinden gelen küçücük bir şeyi yapsın.


Rüya akşam yemeği düzenleseniz, kimleri ağırlamak isterdiniz?

Che Guevara, William Shakespeare, Nâzım Hikmet... Onları dinlemeyi çok isterdim. Şimdi düşününce hemen söylemesi zor yahu.


Röportaj: Ece Ulusum

Fotoğraflar: Süreyya Yılmaz Dernek

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.