Filmin en güçlü karakterlerinden, İtalyan basınının “Almodovar-vari” olarak nitelendirdiği Halit Ergenç’le buluştuk. Filmi, geçmişi sorgulamayı, bugünü keşfetmeyi, böylece özgürleşmeyi ve elbette başroldeki İstanbul’u konuştuk.


Her şehrin ona gelen insanla bir tanışma anı vardır. İnsan o anı asla unutmaz. Siz de bir düşünün. İlk kez gittiğiniz şehirlerde hafızanıza kazınan o kareyi... 1997 yılıydı. İstanbul’a üniversite okumak için geldiğim ilk günler. Çemberlitaş Kız Yurdu’nun geniş balkonunda bir akşamüstü, sağa bakınca Marmara Denizi’ni kırmızıya boyayarak batan güneşi, sola bakınca Üsküdar’da alev alev yanan pencereleri gördüm. Ferzan Özpetek’in İstanbul Kırmızısı’nı duyunca aklıma ilk bunlar geldi. Sonra öğrendim ki onun bu rengi seçmesinin nedenlerinden biri de buymuş. Hem diğer nedenleri hem de merakla beklenen filmi, başrol oyuncularından Halit Ergenç ile konuştuk. Onun İstanbul’uysa maviymiş...


Çekimler 2 ay sürmüş.

Evet, aşağı yukarı 2 ay sürdü.

Sizin için geride kaldı değil mi?

Çok geride kaldı, bazı şeyleri hatırlamam gerekecek.


Flashback’lerle sizi geri döndürelim.

Ferzan için hız durumu nedir, daha önceden ne kadar çalışıyordu bilmiyorum ama 2 ay normal bir süre.


Afişte başrolde siz varsınız ama aslında İstanbul mu var?

Ferzan var.



Yani...

Ferzan’ın çok enteresan yaptığı bir şey var bu senaryoda. Senaryo kitaptan farklı bir kere... Her birimizin oynadığı karaktere kendisinin bir yönünü koymuş. Bir yönünü koymadıysa, yaşadığı bir olayı karaktere yaşatmış. Dolayısıyla aslında başrolde Ferzan var.


Sonra İstanbul ve ardından siz...

Hayır, ben o karakterleri canlandıranlardan biriyim. Nejat, Mehmet ve Tuba da var. Dolayısıyla herkeste Ferzan’ın bir yanı var.


Zaten İtalya’da bir röportajında Ferzan Özpetek, “Yönetmen, eski sevgilisi, genç kız, yazar... Ben hepsiyim” demiş.

Kendi mi söylemiş?


Evet, hatta kitapta olmayan, senaryoya eklediği, sizin canlandırdığınız Orhan karakteri için de “O da benim” demiş.

Aslında Ferzan’ın bütün olaylara dışarıdan baktığı karakter benim oynadığım Orhan... Hikâyenin içerisinde yok, kitapta da hiç olmayan bir karakter. Bütün olaylar olurken o gözlemleyip kendine yeni bir hayat kuruyor gibi bir durumu var. Bu da Ferzan tabii ki.


Bu durumda size Ferzan Özpetek’in ne kadarı düştü?

Oynadığım karakter bire bir Ferzan’ın yarattığı karakter. Dolayısıyla bunu sormam lazım; evet... Bence Orhan, yaşadığı olaylara dışarıdan bakıp muhakeme ettiği yer gibi... Öyle bir yanı da var bu karakterin.





‘Ferzan’ın İstanbul’unu tanıyacaksınız’


Öyle anlaşılıyor ki Özpetek, romanını çekmeceye kilitleyip filmi çekmiş. Romandan uyarlama zor iş. Dünya sinemasında bazı örneklerini çok sevdik, kitabın önüne geçti. Bazılarıysa yanına bile yaklaşamadı...

Burada romanı Ferzan yazdı, senaryo da Ferzan’a ait, çekim de. Bu aslında kitabın filmi değil. Yani şöyle söyleyeyim, burada bir olay oluyor, biz bunu anlatıyoruz. Siz de o sırada bu olayın bir bölgesindesiniz, siz de bir şekilde yaşamışsınız ama başka bir bakış açısıyla... Aynı zamanda aynı yerde geçiyor, evet. Fakat başka şekilde bir anlatım var.


Ferzan Özpetek, filmde sizin gibi dünyada da popüler oyuncularla birlikte İstanbul’u yeniden keşfediyor gibi. Dahası, bizim de içinde yaşarken bu şehirde aynı şeyi yapmamızı istiyor...

Yani evet, biraz öyle bir durum var. Hepimiz İstanbul’da bir derece yaşıyoruz. “Bir derece” diyorum çünkü İstanbul’un tamamını yaşamak mümkün değil. İstanbul hem sınırları itibarıyla çok büyük bir şehir hem kültürel olarak hem de yapılan işler açısından... Dolayısıyla gerçekten ancak içinde yaşayan bir insanın bir kısmına vâkıf olabileceği bir şehir. Tamamını anlayabilmeniz, yaşayabilmeniz mümkün değil. Evet burada Ferzan’ın gözünden Ferzan’ın hissettiği İstanbul’u tanıyacaksınız.


‘Bir kayığınız olsun, başka bir istanbul oluyor’


Siz filmi çekerken İstanbul’la ilgili neleri keşfettiniz?

Ben şunu keşfettim. Her sabah çok erken saatte bir yalıda çekim yapıyorduk. Hayatımda hiç o kadar erken saatte öyle bir yalıda bulunmamıştım. Saat sabah 06.00’dan bahsediyorum. İstanbul’un o saatte denizle olan ilişkisini gördüm. Gerçekten çok enteresan. Eskiden beri hep yakınırdım, söylenirdim, “İstanbul’un ortasından koskoca deniz geçiyor, inanılmaz bir manzara, inanılmaz bir kolaylık. Daha fazla kullanmak, yaşamak lazım” derdim. Hayatımda ilk defa yüzleştim bununla. Çünkü sabah saat 06.00’da insanlar küçücük motorlu tekneleriyle pıt pıt çıkıp balık avlıyorlar, Boğaz’da hiç kimse yok. Bütün İstanbul gibi Boğaz da sessiz. Deniz çarşaf gibi, ikinci köprünün altında kürek çekiyorlar. Gün içerisinde kaotik gördüğümüz Boğaz’da hiçbir şey yok ve insanlar denizi yaşıyor. İstanbul’da, deniz kıyısında bir şehirde yaşadığımızı ben orada anladım. Çünkü bu mümkün... Büyük yatlara, şuna, buna veya bin bir konfora gerek yok. Bağlayabileceğiniz bir yer ve kayığınız olsun, İstanbul başka bir İstanbul oluyor. Ben bunu gördüm. Hâlâ yapamadım ama.

Bir şey keşfedince gerçek değişiyor mu?

Değişir, değiştirir. Çünkü bir şeyi yeniden keşfettiğinizde, daha evvel düşündüğünüz gibi olmadığını anladığınızda zaten gerçek değişiyor. Aslında hayat değişiyor. Dediğin çok gerçek. Gerçek değişince de tercihleriniz değişebilir, siz de değişebilirsiniz. Klişe bir laf vardır: “Bakış açınızı değiştirin.” Bu çok doğru. Mevlânâ’nın da o doğrultuda bir sözü var. Ben elimi alsam sizin gözünüzün önüne koysam ve desem ki; ne görüyorsunuz? Hiçbir şey göremezsiniz. Ama siz göremediğiniz için elimin arkasında var olan dünya yok değildir, siz göremiyorsunuz. Elimden uzaklaşıp başka yerden baktığınızda başka şeyler de görebilirsiniz. Çoğu zaman kaosun ortasında gerçekten içinde bulunduğumuz durumu göremiyoruz, göremediğimiz için de bazı şeyleri çözemiyoruz. Farklı bakış açıları, İstanbul’u da başka yerden görmek, burada işe yarardı.


‘İstediğim yönetmenler var ama hayatın akışına bırakıyorum’


Bu filmi çekerken eskilere dair fikrinizi değiştiren şeyler oldu mu?

Bir süredir dizilerde çalıştığım için sahneleri ve karakteri gayet programlı ve disiplinli bir şekilde çalışıyordum. Çok uzun süreli çalıştığınızdan bir noktadan sonra karakteri yönetmen ve yazardan daha iyi tanımaya başlıyorsunuz. Ve aslında karaktere siz yön vermeye başlıyorsunuz. Bu da dizginleri daha çok sizin elinize veriyor. Bu filmde, Ferzan çok spontan ve anı değerlendiren bir yönetmen olduğundan, tekrardan spontan olmaya, “O anda ve o durumda yeni ne olabilir?” diye düşünmeye başladım. Orhan’la senelerimi geçirmedim. Sette bazı şeyleri Ferzan’la beraber keşfettik. O bana çok iyi geldi. Eskiye dair neyi değiştirdi? Senelerdir alışmış olduğum düzen içerisinde farklı bir çalışma tarzı getirdi. İşe de hayata da öyle bakmayı getirdi.


Keyifli miydi?

Çok... Ferzan’la çalışmak çok keyifliydi.


İtalyan gazeteci Valerio Cappelli’nin sizinle ilgili çok güzel bir tespiti var: “Almodovar-vari bir yüz.” Önemli bir iltifat. Siz zaten Türkiye’de büyük yönetmenlerle çalışıyorsunuz ve onların dilinden konuşmaya da alıştınız. Ne hayal ediyorsunuz “Almodovar-vari” tarifini duyunca?

İşimi yapmaya devam etmek istiyorum. Her yönetmende bir şey öğreniyorum. Ferzan’dan da çok şey öğrendim bu işte. Bundan inanılmaz bir zevk duyuyorum. Farklı insanlarla daha farklı senaryolarla çalışıp yepyeni karakterlere hayat vermek istiyorum. Çünkü gerçekten oyuncu olarak bir karakter canlandırdığım zaman şöyle hissediyorum: Ne kadar süreceğini bilmediğim bir tane ömrüm var. Normalde bu ömür içerisinde bir tane mesleğim olabilirdi. Ve o mesleği yaşayıp hayatım sonlanabilirdi. Dolayısıyla yaşadığım ilişkilerde ve işimde bir tane tecrübem olurdu. Şimdi oyunculuk yaparak birçok farklı insanın tek bir hayatta kazanabileceği tecrübelerin bir kısmını ediniyorum. Bu inanılmaz bir zenginlik ve inanılmaz tatmin getiriyor. Sıfırdan bir karakter yaratma şansım da oldu, var olan karakterleri de canlandırdım. Ya da tarihte yaşamış karakterleri... Bu, insana inanılmaz bir bilgi ve inanılmaz bir deneyim kazandırıyor. Bunu yapmak gerçekten çok büyük bir serüven... Sürekli şükrediyorum, iyi ki mesleğim bu ve işimi çok seviyorum. Dolayısıyla “Bununla çalışmak istiyorum, şununla şu filmi çekmek istiyorum” diyemem. Çünkü hiçbir zaman öyle olmadı. İstediğim birtakım yönetmenler var. Ama bunu hayatın akışına bırakıyorum, bu bir şekilde olacak. Çünkü çok seviyorum işimi. Bir yerde bir dengesi var hayatın.


‘Umarım bu film dünya sinemasında kapı açar’


Siz Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Güney Amerika’da hasılı yurtdışında da yıldız bir oyuncusunuz. İstanbul Kırmızısı da bir Ferzan Özpetek filmi olarak Avrupa’da tanıtıldı. İtalyan eleştirmenler sizi övüyor. Bir kapı açabilir mi dünya sineması açısından?

Umarım... Sonuçta içinde bulunmadığım, doğmadığım bir kültürde, başka bir ülkede iş yapabilmeyi istiyorum. Umarım böyle bir yol açar, göreceğiz. İşin başarısını, bizim yaptığımız işin kalitesini, benim işçiliğimin kalitesini onların nasıl değerlendireceğine bağlı. Umarım orada bir karşılık bulur.


‘La La Land duyguları hatırlattı’


Bu gece Oscar’lar sahiplerini bulacak. Sizin favorileriniz?

Daha Oscar filmlerini tamamlamadım bile. Neleri izledim: Nocturnal Animals galiba bu Oscar’a aday değil. Neler Oscar’a aday?


La La Land, Moonlight...

La La Land geldi, izledim. Lion ve Manchester by the Sea geldi ama izleyemedim. Bir kısmı gelmedi zaten.


14 dalda adaylığı getiren ne sizce?

La La Land’in olayı eski ve büyük müzikallere gönderme yapması. Yaptıklarımızla hissettiklerimiz arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğunu hatırlattığı için özel. Biz hâlâ bu duyguları yaşayabiliyoruz. Ama sanıyorum özellikle Amerika’da böyle değil. “Sıcak ve içten eve gittim şarkılar söyledim, eski sevgilimi aradım” demelerinin sebebi, bu duygusal bağın eksikliğini hissetmeleri... Güzel bir müzikal. Çok uzun zamandır yapılmamıştı.


Röportaj: Aysun Öz

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.