Hiç düşündüğünüz oldu mu, cennet nasıl bir yer? Öyle ya; dinlerin, inanç dünyalarının çoğunda tafsilatlı cehennem manzaraları mevcut. Yani yanlış yaparsak başımıza neler gelecek, iyiden iyiye biliyoruz. Kendi adıma hep merak eder dururum, peki ama mükâfat faslı nasıl? Çünkü rivayet muhtelif: Şarap akan dereler beni ezelden beri ilgilendiriyor. Elbette sorularım var. Fakat Aysun Öz kızıyor. Ben de susuyorum. Çünkü onu kızdırmak iyi fikir değil.


Elli adet huri dosyasına gelince. O da karışık bir iş: Ben sessizliği sevdiğim ve kalabalıktan hoşlanmadığım için!


Bakın görüyorsunuz daha ilk iki başlıkta, namütenahi soru çıkıverdi... Diyeceğim şu ki, herkesin cenneti kendine. Galiba işin doğrusu bu olmalı. Örneğin ben kendi cennetimi artık biliyorum: Norveç. Kafaya taktım ya son 5 sene içinde 10 Norveç seferi yaptım. Peki Norveç neden benim için bir cennet?


Önce özetleyeyim: Bir kere memleket serin. Benim gibi sıcaklarla arası olmayan birisi için daha ne olsun! Aircondition aletine ihtiyaç yok gibi. Memleket sathı serin.


Tercih size kalmış: Belek-Mikonos hattında “60 derece celcius” mu? Yoksa Bergen’de “12 derece celcius”, yağmur ve kesilmiş çim kokusu mu? Artık benim cevabı biliyorsunuz. Baştan faş ettik ya... Cennet sadece elbette suhunet mevzuundan ibaret değil.





Kıyı kenar çizgisi



Faktör iki: Bu Norveç irice bir yarımada, adeta... Kıyı kenar çizgisi bir “dâhi” tarafından çizilmiş olmalı. Şiir gibi. Bazen sinir oluyorum. Nadiren de olsa... Mimar olarak kıskançlık hislerim harekete geçiyor ve “Ben daha iyisini çizerdim” dedirtiyor. Müteakip beş dakika içinde nedamet getirip tövbe ediyorum. Emin olun bu şiirin üstüne şiir yazılamaz. Gelelim faktör üçe... Bu Norveç milleti ile “komşuları” kafa bulurdu. “Kaba saba balıkçılar” diye... Sevsinler sizi: Arabacılar, telefoncular...


Bu Viking ahfadı var ya, sizi suya götürür susuz getirir. Nereden mi çıkardım? Mademki bir memleketi sevdiniz, insanını da tanımalısınız.


Resminden edebiyatına öğrenmeye çalışıyorum. Munch’tan İbsen’e kadar hatmettim. Durmak yok.


Ama o fasıl sonraya. Daha balık ve deniz mahsullerindeyiz. Norveçliler denizi “bizim gibi” sevmiyorlar. İyi ki...


Hani bizim sevgimizde taciz, tecavüz ve dayak var ya. Denize olan aşkımız da aynı hesaptan... Seviyoruz ve çöp boşaltıyoruz, inşaat yapıyoruz. Frene basmayıp bir de doldurup arsa yapıyoruz.


Bu Norveçliler öyle değil, denize saygı duyuyorlar. Geçim ve hayatları denizle olan aşklarına bağlı olmuş.


Bu “kaba saba balıkçılara” hayranım: Mutfağıma bu denizden çıkanları istemedeyim...


Geldik mi cennet faktörü dört numaraya... Memleket bomboş. Tabiat biteviye. Yaratıldığı ilk günkü gibi duruyor. Nerede ise insan yüzü göremezsiniz.





‘Ana Avenue nerede?’


Başşehirleri Oslo çok kalabalıklaşmış, dertleniyorlar. Geçiniz: Sekiz yüz bini yeni yakalamışlar. Söylenegelen rakamlar da onlarca adaya yayılmış halde. “Bu ada on ailecik” demiyorlar, vapurcuklar vızır vızır.


Bir de şu var: Tam kafama göre. Alışveriş merkezleri yok. Oslo’da sorup soruşturuyorum. El cevap: “Aaa tabii ki var.” Kapısına kadar götürülüyorum, “mevcutlu”... Üç katlı bir bina. Zemin kat kitap ve müzik. Diğer iki kat ise erkek ve kadınlar için...


Tamam mı? Yekûn 500 metrekare... En mühim alışveriş merkezi buymuş. Sordum: Yahu bizim Zincirlikuyu misali “ana avenue’leri” de mi yok? Tamam ben sevmiyorum da bir anlayayım? Ne diye bir “Mall” bile inşa etmezler. Yoksa bu balıkçı tayfasının parası mı yetmiyor? Bakın bir şey diyeyim. Şu “kaba saba balıkçı lafı” var ya. Bu laf son 20 yıl içinde pul oldu. Haset dolu komşulara yalatıyorlar. Bizimkilerin denizinden gaz çıktı, petrol çıktı. Daha “kuzey kutbunda” neler var onu bilmiyoruz. Ama gün itibarıyla eski kıtanın en zengin milleti oldular. Yani diyeceğim şu ki, paraları çok, görgüleri ise daha da çok. Paralarını operaya, müzeye yatırıyorlar. Şu anda haldır haldır bir “kütüphane” inşa oluyor.





Oslo-Bergen treni


Ezcümle meramımı anlattım. Neden bura benim için cennet, dedim gitti! Gelelim son sefere. Bu seferin özü bir tren seyahati. Çok akıllıca tasarlanmış bir program. Hızlandırılmış bir film gibi. Sabahın erkeninde Oslo’dan trene biniyorsunuz. Tavsiyem bavulunuz sırt çantasından ibaret olsun. Ne diye? Göreceksiniz.


Tren usulünce tırmana tırmana 2500 metre rakıma ulaşıyor. Burası az daha “serince”... Etrafımız kar ve buz. Ağustos başındayız, dikkat. Trenimize veda edip Indiana Jones dekoru bir trene geçiyoruz. Tamamen ahşap, bir zamanların vagonları. Bizim kompartıman ahalisi “Birleşmiş milletler oturumu” gibi. Yanımda Texas’lı bir kız oturuyor. Karşımda ise Güney Koreli bir aile. Bir de gürültülü Fransızlar...


Aşağı doğru iniyoruz. Yolumuz kâh şelalelerin yanı başından kâh içinden altından geçiyor. Her vesileyle bir teneffüs var. Kâh kısa kâh uzun. Uzakdoğulular non-stop fotoğraf ve selfie çekerek hayatı erteliyorlar. Ben sırılsıklamım. Ve bir çocuk kadar şen.


Yer yer 45 derecelik rampalarla iniyoruz. Sonunda menzile ulaşılıyor. Burası fiyortlar ülkesinin en şöhretli fiyortu. UNESCO’nun İnsanlığın Kültür Mirası Listesi’ne aldığı tabiat harikası. Bir saatiniz var. Alışveriş, yemek ve aylaklık için.


Balık pazarındaki tezgâhtardan çiğ balık istiyorum. Turistlerin nerede ise tümü ızgaraya talip. Alışık değil ya. Şaşırıyor. “Bu cod balığının en güzel hali de çiğ olanıdır.” “Yoksa sen buralardan mısın?” Şuna bak, söyleyene değil, söyletene bak!


Gemimiz kıyıların arasından süzüle süzüle ilerliyor. Dünyanın en baştan çıkarıcı 3 saati. Gözünüzü kulağınızı tırmalayacak hiçbir şey yok. Muhteşem tabiat ruhunuzu okşuyor.


İskeleye çıkıp da konforlu otobüse binmemle içim geçiyor. Siesta time. Öğleden sonrası uykumdan sıyrıldığımda istasyondayız. Bu son kulvar. Bergen’e mesafemiz bir saat gibi. Saat 21.30 gibi sevdiğim şehrin merkez istasyonundayım.






Kırmızı meyveli geyik


Bir şehri bilmek böyle bir şey, bana adres soranlar bile var. BrygeeStuene’ye yollanıyorum. Bilindik bir eşraf lokantası. Yüz yaşında. Tavaftayım. Her bir şey orada... Değişiklik yok. Bu sefer tavsiyeye uyup “geyik” alıyorum. “Kırmızı meyvelerle...”


Ertesi gün istikamet Austevoll. Bergen’e yakın bir ada. İki sebeple meşhur. İlki, tüm şöhretli balıkçılar bu adadan. Ezelden beri Norveç’in tüm balığının yarısı bu adadan geçiyor. İkinci sebep ise çok taze. Kıyıda küçük bir otel ve lokanta var.


Bir aile işletmesi: Mutfaktaki aşçı, çocukları. Bu sene BOCUSE d’OR yarışmasının dünya şampiyonu olmuş. Bu yaş dilimi için dünyanın en prestijli yarışması. İkiziyle birlikte benim için pişiriyor, kız kardeşi ise serviste.


Yaptığı “bezelyeli kerevit” ile altın madalya nasıl alınır sergileniyor. Kapının önünde, kumsalda puromu içerken annesi yaptığı içkiden ikram ediyor. Saat 23.00. Güneş hâlâ kararsız. Tamamen çekilse mi? Ama benim kararım karar: Cennet burası.


Yazı: Ali Esad Göksel

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.