Kentin çılgın yoğunluğu hemen hepimizi boğuyor. Evde ya da okulda, dört duvar içinde kalan çocuklar ise hem biz ebeveynler hem de kentte yaşam koşulları nedeniyle presleniyorlar. Nefes almak için zaman zaman kendimizi doğanın kucağına atıyoruz. Hafta sonları ya da tatilllerde çıkılan doğa gezileri, düzenlenen kamplar, yatılan ateşlerin tadı damağımızda kalıyor. Bazıları için ise güvenli alan ev ya da kentten uzakta olmak, ürkeklik ve çekingenlik yaratıyor. Özellikle bazı ebeveynlerde bu durum, had safhaya ulaşıyor. Çoğu zaman bu konudaki kendi korku ve kaygılarını, çocuğa geçiriyorlar.


Oysa kent dışında da bir yaşam olduğunu, masmavi gökyüzünü, özgürce koşup oynamayı keşfeden çocuklar, kendi kendilerine yetmeyi erken yaşlarda öğreniyorlar. Her zaman güvenli bir çatı altında yaşamanın kolaycılığından sıyrılıp, ebeveynlerine karşı "ben varım, oldum-oluyorum artık" duruşu sergilemenin gururunu yaşıyorlar. Bizzat yaşadım, anlatıyorum...



Karınları acıkınca...

Çocuklarım kamp hayatını çok iyi bilir. Nasıl bilmesin yavrucaklar?.. İkisi de 1.5 yaşından bu yana her yıl en az 15 günlerini, Defender aracımız üzerindeki çadırda geçirdi. Taze meyve-sebze, hazır atıştırmalıklar, çerez ve konservenin yanısıra kamp ateşinde pişen yiyecekler, hep gözde yiyecekleri oldu yollarda. Tabii hep ben ya da babası hazırladı onlara bu öğünleri... Fakat geçen hafta sonu katıldığımız Defender Festivali nedeniyle doğada geçirdiğimiz iki gün, ailemizde milat oldu. Çünkü bizim çocuklar ve kamp arkadaşları; sabah kalkıp çadırdan çıkıp, oyun oynadıktan sonra, karınları acıkmış. Bu yıl ortaokula başlayan 11 yaşındaki oğlum Çınar, 6'ıncı sınıftaki kızım İdil Defne; ilkokul 2'ye başlayan Mehmet, ortaokul 6'ya giden Marin ve ortaokul 5'e başlayan Yağmur ile birlikte; kendi kendilerine kamp ateşi yakıp kahvaltı etme kararı almışlar.





Şiş, çakı ve sosis

Çınar, Mehmet ve Marin, ateşi yakma görevini üstlenmiş. Marin ve Yağmur, sosisleri bulmuş. Defne kızım ise tabağı getirmiş. Daha doğrusu, benden tabak isteyince; ben durumdan haberdar oldum. Yeni uyanmanın mahmurluğuyla yanlarına yavaş yavaş yaklaştım. Hay aksi! Telefonum da yanımda değildi. Gördüklerim müthiş bir sabah sürpriziydi. Oğlum, -nereden bulduysa artık- elinde bir şiş; ikiye bölünmüş sosisleri bu şişe dizmiş, ateşe tutuyordu. Yağmur, eline aldığı karton parçasıyla ateşi yelliyor, diğerleri de merak ve iştahla sosislerin pişmesini izliyorlardı.


Normali abartıyoruz

Hemen fotoğraf çekmeliyim, deyip, arabaya gittim makinemi aldım elime... Sanki çok normal bir şeymiş gibi yine gittim yanlarına; sevimli olmaya çalışarak "Aaaa, harikasınız!" falan dedim ama sesler yükselmeye başladı: "Anneeeee, lütfen gider misin?" Oysa ben onlarla minicik röportaj yapacaktım. Neyse, biz ebeveynler bazen büyütüyoruz, böyle normal şeyleri...





Yanlarından ayrılmadan önce, kafamı çevirip son kez baktığımda oğlum Çınar, metal bir şişe dizilmiş ikiye bölünmüş ve sadece bir tarafı fazlaca pişmiş sosisleri, elindeki çakısıyla Defne'nin benden aldığı plastik tabağa sıyırıyordu. İçimden "Aferin, nasıl da ustaca sıyırıyor" diye geçirdim, bir şey söylemeden festival alanına döndüm.



Yazı ve fotoğraflar: Hayriye Mengüç





Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.