Efsaneler ve sırlar şehri İstanbul…

Binlerce yıllık medeniyete gizlenmiş, efsaneler, tılsımlar ve sırlar şehridir İstanbul...


Yenikapı metro çalışmalarıyla tesadüfen elde edilen yeni bulgular sonucu M.Ö 6000 yıllarına kadar indiriliyor şehrin varlığı. Yani ellinizi değdiniz kafanızı çevirdiğiniz her yerde bir tarih parçası var. Geçirdiği büyük depremlere büyük yangınlara daha da önemlisi son 50 yılda yapılan ve hala devam eden hoyratça kıyımlara inat her geçen gün yeni bir sürprizle çıkıyor karşımıza...


Bir değil birçok hikâyesi var, her mekânın her yapının…


Mesela Süleymaniye Camiinin efsanesini bilir misiniz?


“Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii’nin inşasına karar verdiği zaman, bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görür; Hz. Muhammed, ona camiinin nereye yapılacağını söyler ve birtakım bilgiler verir ‘’Minberi şuraya, mihrabı şuraya, kürsüyü de şuraya yapınız’’ diye buyurur. Büyük bir heyecan ve sevinçle uyanan Sultan, gözyaşları içinde Allah’a şükreder ve hemen Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere giderek Mimarbaşı Sinan’ı yanına çağırtıp, buraya bir camii yaptırmak istediğini söyler. Sinan’da bu teklifi bekliyormuşçasına ‘’Sultanım! Cami’yi şu şekilde yaparız, mihrabı şuraya, minberi şurada durur, şu kadar kubbesi, şu kadar camı, şu kadar da ayağı olur’’ diyerek Kanuni’ye Hz. Muhammed’in rüyasında söylediklerini aynen tekrarlar. Bunun üzerine Kanuni tebessüm ederek Mimar Sinan’a bağırır ve ‘’Mimarbaşı! Benim rüyamdan haberli gibisin’’ der.


Mimar Sinan’da aynı rüyayı gördüğünü ifade edercesine ‘’Sultanım, sizin dün geceki kutlu rüyanızda ben de oradaydım ve bir iki adım gerinizden geliyordum’’ diye karşılık verir. Bu durum karşısında sevinç ve heyecanı bir kat daha artan Kanuni ‘’O halde bir an evvel camiinin inşası başlasın’’ diye ferman buyurur.’’


İşte bu muhteşem eser İstanbul’un fethinden tam 103 yıl sonra yapılıyor, yani şehre kalıcı bir eser verebilmek için 100 yıl geçmesi gerekiyor.


Alelacele yapılan bir şey değil…


Acaba bizde bundan 400 yıl sonrasına kalabilecek bir eser bırakabilecek miyiz torunlarımıza? Yani birebir taklit etmeden...


Teknik anlamda günümüz teknolojisi ile daha bile iyisini yapabiliriz belki...


Ama yapıya ruh veren anlayış ne olacak?


Biz o anlayış ve olgunluğa sahip miyiz?


O dönemlerde böyle kalıcı eserler bırakan kişileri anlamak için işte size küçücük bir örnek...


İstanbul’da 1600 yıllarda ‘’kaşık’’ özel ‘’tabak’’ ortak imiş; yani sofraya konulan tek kaptan herkes birlikte yermiş. Günümüz de ise tam tersi olarak, tabak özel kaşık ortak hale dönüştü vakitler tahta kaşıklar kişiye özel imiş. Bugün kullandığımız kaşıklardan daha büyük ve çukur kısmı kendi içinde iki farklı eğime sahip. Yani kaşığın yemeğe girecek kısmı ile ağzınıza girecek kısmı farklı…


Toplu yemek yenilen sofralarda diyelim yemek yiyen kişinin boğazına bir şey kaçtı ve kişi sofradan kalktığı an sofrada bulunan diğer kişilerde kaşıklarını sofraya bırakır ve kişinin gelmesini bekler imiş.


Çünkü kimse sofrada olmayan kişinin hakkını yemek istemezmiş...


İnsanın iç dünyasının dış dünyaya yansımasına ne güzel bir örnek değil mi?


Nasıl da hakkaniyetli ve adaletli bir davranış şekli...


Artık İstanbul’un güzelliklerini sadece camiilerde, kubbelerde, köprülerde aramak yerine bu güzellikleri yapan kişilerin biraz da iç dünyasına bakma zamanı gelmedi mi?

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.