Doğadaki son çocuk bizimki mi?

Ben çocukken tüm boş zamanlarımı kuzenlerimle birlikte anneannemin bahçeli evinde geçirirdik. Her çiçeğin, her otun yerinin belirli olduğu, düzenli bir bahçe değildi burası...


Anneannemin sebzeleri, bolca boş toprak, tavuklar, köpekler; bir de düz çatılı müştemilatı vardı... Küçük dediğime bakmayın; 3 ile 12 yaş arasındaki bizler için keşif yapabileceğimiz, kirlenebileceğimiz, dilediğimizce oynayabileceğimiz kocaman bir dünyaydı... Orada sıkılmak mümkün değildi. Biz şanslı çocuklardık. Bahçelerimiz ve hatta boş arsalarımız vardı. Peki ya şimdikiler? 2010’lu yılların İstanbul’unun çocukları?


Doğayı sadece seyredilecek bir manzara, suyu sıkılıp para çıkarılacak bir kaynak olarak görenler çoğaldıkça boş arsalar, peyzajsız bahçeler azaldı... Doğa tamamen “şehrin, günlük hayatın dışında” bulunan bir şey olarak algılanıyor artık...


Çocuklar topraktan solucan çıkarma gibi faaliyetlere yabancı, TV ve bilgisayar ekranları karşısında geçiriyorlar hayatlarını... Bu ekranlar sayesinde öğrenmeleri yalnızca iki duyudan sağlanıyor: Görme ve işitme... “Dışarıda oynamanın” iyileştirici gücünden ayrı düşüyorlar gittikçe...


Oysaki doğa sevinç demek, dinlenmek, görsel ve işitsel tacizler olmadan olduğun gibi kabul edilmek demek... Richard Louv’un “Doğadaki Son Çocuk” kitabını okuyorum birkaç gündür...


Kapalı alanlara pek nadir katlanabilen; yaz henüz bittiğinde bir dahaki yazı ve açık alanları düşleyen bir yetişkin olarak Louv’un yazdıkları zihnime mıh gibi kazınıyor... “Doğadaki Son Çocuk” çeşitli alanlardan araştırmalarla insanın (özellikle çocukların) fiziksel ve duygusal sağlığının yaşadığı çevreyle olan ilişkisi üzerinde duran bir kitap...


Kitapta sözü edilen araştırmalardan biri, “Çocukların kapalı mekânlarda gittikçe daha uzun zaman geçirmesinin ve mecbur kaldıkları hareketsiz yaşam biçiminin zihinsel sağlık sorunlarına yol açacağından” zahsediyor...


Eğer okul öncesi yaşta çocuğunuz varsa bahsedilen durumu zaten yaşıyorsunuzdur... Beton şehir, kısacık, soğuk günler sebebiyle evde geçirdiğimiz vakit arttıkça Uzay’ın enerjisini yeterince boşaltmamaktan hırçınlaştığını görüyorum... Ne zaman bir parça güneş ışığı görsem onu sahile, parklara götürmeye çalışıyorum... Tabii ki yetmiyor. Onun ihtiyacı şehrin olanaklarının çok üstünde.


Neyse ki benim anneannemin bahçesi gibi Uzay’ın da dedesinin bahçesi var. Orada hava soğuk da olsa dışarıda vakit geçiriyorlar... Köyün patika yolunda çamurlara batıp çıkıyor, bahçedeki taşları ayıklıyor, kumlara batıyor, yağmurdan sonra fışkıran mantarları keşfediyorlar. Orada geçirdiği iki günden sonra Uzay’ın hırçınlığı birkaç günlüğüne törpülenmiş oluyor...


İnsan davranışı üzerine yapılan araştırmalarda “yüksek suç oranları, depresyon ve diğer şehir hastalıkları ile parkların ve açık alanların yokluğu ya da erişilmezliği arasında bir ilişki olduğu” ortaya konuyor...


Biz yetişkinler, kendimizi aksine inandırıp yaşıyor olsak da doğadan ayrı, hareketsiz yaşamak kendini buna inandırma becerisinden yoksun çocuklarımıza iyi gelmiyor. Aslında bize de iyi gelmiyor ama biz yalanlarla yaşayabiliyoruz...


“Doğadaki Son Çocuk” kitabıyla ilgili söylenecek daha çok şey var. Çocuklarda obezite, hiperaktivite, depresyon ve doğanın sağaltıcı gücü konularına haftaya değineceğim. Bu yazıyı kitaptan bir alıntıyla bitiriyorum. “Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.”


Sağlıklı, mutlu, doğayla ve tüm insanlıkla barışık bir sene diliyorum...

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.