Mona Roza ya da Geyve’nin gülleri

Yurt odasından çıkıp, merdivenlere doğru yürüdü. Beşinci katın yüksekliğinden dışarıdaki bozkırı seyretti. Güneş, karşıdaki Mamak tepelerini, Seyranbağları’nı ve Hacettepe’yi sarı ışıklarla boyuyordu. Samanpazarı’ndan Hergele Meydanı’na doğru, mavi ve “yumuşacık yamuk” dolmuşlar iniyordu.


Bahçeye baktı. Etrafta hiç gül göremediği için üzüldü. Okuduğu fakülte ile yurt binasının bahçesi enikonu çıplaktı. Hemen yandaki Hukuk Fakültesi’nin bahçesi yeşildi ama orada da sadece atkestaneleri, akasyalar, hanımelleri, mor salkımlar ve kadife çiçekleri vardı. Gül yoktu.


Oysa o gülleri severdi. Güllere vurgundu o. “Tifoya kardeş çıkan renkleriyle kokuları bile kıpkırmızı olan, görülmemiş güneşleri görülmemiş gözlere getiren, evlerin içine içine döşenen” güllere yanıktı o. Güllere aşıktı o. “Kızarmış bir ekmek gibi duran saksılardaki sarı güllere” sevdalıydı o. “Umutları mektup mektup çoğaltan” güllere meftundu o. “Gül yaprağından kubbe, gül fidanından çatı, gül kokusundan anne ve gül şurubundan aşk sanatı olsun” isterdi o.


Utandı. En çok da ‘siyah güller, ak güller’ ve ille de ‘Geyve’nin gülleri’ne yangındı ama bunu kendi kendine söylemekten bile utanıyordu. Başını eğdi. Kendini bildi bileli gözlerinde gezinip duran o anlaşılmaz hüzünle merdivenleri indi ve kızı görüverdi.


Oradaydı işte. Yemekhanenin yanındaki pingpong masasının başında durmuş, olanca ciddiyetiyle servis atmaya hazırlanıyordu. Sol elinde bembeyaz bir mika top vardı. Küçük yeşil renkli raketi tutan sağ eli havaya kalkmış, güzelim başı yavaşça arkaya eğilmiş, iyice kısılmış gözlerle masanın öteki ucundaki rakibine bakıyordu.


Güzeldi. Alnını açıkta bırakan parlak saçları, ucu zarifçe havaya kalkık burnu, ışıklı mavi gözleri ve incecik bedeniyle güzeldi. Aynı sınıfta okuduğu ve kendisi gibi şiir yazan arkadaşı Pülümürlü Cemalettin Seber haklıydı. Kız gerçekten de ünlü yıldız Grace Kelly’ye çok benziyordu.


Kız topa vurdu. Top masanın öteki yanına sertçe çarptı ve “tak” diye bir ses çıkardı. Top masaya her vurduğunda, sesler de tak, tak diye yankılandı. Topa hiç bakmadan, sadece kıza bakarak oyunu izledi. Tak tak seslerini dinledi. “Beyaz iplik sert iplik ve tak tak / Yuvarlak top küçük top ve tak tak / Pingpong masası varla yok arası / Ben ellerim kesik varla yok arası” diye aklından dizeler yazdı ve kızı izledi. Top masaya hep mermi gibi vurdu. Zavallı masanın hiç sesi çıkmadı. ‘Ha Sezai ha pingpong masası / Ha pingpong masası ha boş tüfek / Bir el işareti eyvallah ve tak tak’ diye yine aklından dizeler yazıp, şiiri bitirdi.


Döndü. Tekrar odasına çıktı. Havada asılı kalmış olan o ağır sessizlikte şimdi sadece güller görüyordu. Loş odada bütün gördüğü, siyah ve beyaz güllerle, yoksul ve beyaz bir öğrenci yatağıydı. Defterini önüne çekti ve ‘Mona Roza’ diye yazdı. Dizeler, sadece kendisinin bildiği gizemli bir sıralamaya uygun olarak, aktı gitti. “Mona Roza, siyah güller, ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak…”


Ünlü şair Sezai Karakoç, 1950’de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciyken aşık olduğu ve asıl adını kimseler bilmesin diye Mona Roza dediği kız için yazdığı tanınmış şiirini, tam elli iki yıl boyunca sakladı, bastırmadı. Nedir, içlerinde sonradan Cemal Süreya adını alacak olan şair Cemalettin Seber’in de bulunduğu yakın arkadaşları, Mona Roza şiirini dost toplantılarında ezberden okudular.


Böylece Mona Roza bir anda ünlendi. Daktiloyla, teksir ve fotokopi makineleriyle çoğaltıldı. Şiir sevenler, kitap olarak görmedikleri şiiri, saman kağıtlardan, soluk mürekkepli teksir ve fotokopilerden okuyup ezberledi. Aşık olanlar, apansız bir yürek yangınına düşenler, sevdalarını kıyamete kadar saklamak isteyenler, her yanlarını harlayan bir ateş kaplayanlar, Karakoç’un dizelerinde teselli aradılar. “Açma pencereni perdeleri çek / Mona Roza seni görmemeliyim / Bir bakışın ölmem için yetecek / Anla Mona Roza, ben bir deliyim” dizeleri yürekten yüreğe gezdi durdu.


Mona Roza, yıllarca gizini korudu ama sonunda şifreleri çözüldü ve şiirin kime yazıldığı ortaya çıktı.


Sezai Karakoç, Mona Roza’yı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken görüp aşık olduğu, Geyveli okul arkadaşı Muazzez Akkaya için yazmıştı. Gerçekten de şiirin her kıtasındaki sözcüğün baş harfi yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda, ortaya “Muazzez Akkayam” ismi çıkıyordu. Karakoç, gizli sevdasını yarım asır boyunca saklamış ve zamanın akışına bırakmıştı. Zamanın hızla geçtiğini iyi biliyordu.


“Zaman ne de çabuk geçiyor Mona / Saat on ikidir söndü lambalar / Uyu da turnalar girsin rüyana / Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar / Zaman ne de çabuk geçiyor Mona” dizelerini boşuna mı yazmıştı sandınız?











Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.