Hasretinden Prangalar Eskittim

Gece karanlık. Yıldızsız ve aysız bir gök. Büyücek bir fenerin ölgün ışığının üstünkörü aydınlattığı karanlık bir tepenin önüne sıralanmış insanlar. Kimi gözünü kimi kulağını kapatmış; bir tanesi de son bir umutla bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Dehşet dolu bakışlarının odaklandığı yerde yüzleri görülmeyen askerler ateş etmeye hazırlanıyor. Tüfeklerini doğrultmuşlar ve tetiğe basmak üzereler.


Goya’nın “Madrid Ayaklanmasında Kurşuna Dizilenler” tablosunda fazlaca kan yok ama elle tutulacak kadar katı bir ölüm ve ölüm dehşeti var.


Yine karanlık. Siyahla beyazın geçişsiz birlikteliğinin bütün yükünü çeken grilerin burgacında batıp çıkan, parçalanmış ve haykıran şekiller. Ortada acıyla kişneyen bir at. Kırılmış bir heykel. Kıvrılmış vücutlar, sert yüzeyler. Her şeyin geçiciliği ve sadece ölümün kaskatı kalıcılığı.


Picasso’nun “Guernica” tablosu da Goya’nınki gibi, uzak dağ başlarında sessiz sedasız ölüveren köylülerinin yürek burkan bir öyküsü.


Goya, 1808’in zifiri karanlık bir gecesinde kurşuna dizilen köylülerin, Picasso da İspanya iç savaşı sırasında Alman uçaklarının bombaladığı Guernicalı köylülerin ölümlerini resmettiler ve belki de tarihin hayhuyu içinde unutulup gidecek olan bu iki insanlık acısını, kıyamete kadar görülüp bilinecek şekilde evrensel insanlık arşivine kaydettiler.


Goya ve Picasso birer ressamdı. Yaşadıkları ve insan olarak üzüldükleri o olayları da ustası oldukları resim sanatının dalga boyu ile yazdılar tarihe.


Peki böyle bir insanlık acısını bir şair yaşasa ne olur? Birçok insanın aynı anda, nedensiz, savunmasız vurulmasının dehşetini, kelimeler de renkler ve biçimler kadar ya da sararmış fotoğraflar kadar elifi elifine yansıtabilir mi? Diyelim ki sözcüklerde böyle bir kudret elbette vardır ama o sözcükleri tüm bunları anlatacak şekilde ilmik ilmik örecek bir şair olabilir mi?


Olur ve oldu da... 28 Temmuz 1943 tarihinde Van’ın Özalp kazasında, eşkiyalık ve kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle vurulan 33 köylünün öyküsünü, Ahmed Arif adlı bir şair oturup şiir olarak yazdı. Öyle bir yazdı ki, “Otuz Üç Kurşun” adlı bu şiir, tıpkı Goya’nın “Kurşuna Dizilenler”, Picasso’nun “Guernica” ya da Renato Guttuso’nun Lorca’nın ölümünü resmettiği ‘Kırda Kurşuna Dizilenler’ tabloları gibi, evrensel tanıklar sergisinde yerini aldı.


Hasretinden Prangalar Eskittim adlı tek bir şiir kitabı bulunan Ahmed Arif, kendilerini sözle anlatmanın ustası Anadolu insanlarının yarattığı bir kültürün çocuğuydu. Kalabalıklar içinde bile yalnız yaşamasından kaynaklanan rengarenk bir hayal gücü vardı. Yazdıklarına onu kattı. Ankara’daki üniversite hayatına alışmaya çalışırken ansızın kendini içinde buluverdiği ‘Ceza ve Tevkif Evi’nin yarattığı bir ‘lirizm’ de vardı yanında. Zaten öfke ve isyanla kan kardeşiydi. Tuttu bütün bunları da kattı yazdıklarına ve ortaya bir “Ahmed Arif Şiiri” çıktı.


Bu hayata karşı alabildiğine öfkeli, bu yüzden konuşmayan ve konuşmadığı her ne varsa şiirlerine koyan, sert ama görüşmecisinin getirdiği yeşil soğanla bile mutlu olabilen “çocuk adam”ın şiirleri benimsendi, sevildi.


Ahmed Arif, umudun ve alçakgönüllülüğün sesiydi. Başkent Ankara’da bile Kızılay, Tunalı Hilmi Caddesi şıkıdımlığına karışmadı. O, Ankara’nın gökleri kümülüslü gecekondu semti Altındağ’da gezindi. Bütün Ankara varoşları, yoksul gecekondular, Hatip Çayı ötesi ve sevdalar kar altındayken, şehrin en çıngıltılı yeri olan Karanfil Sokağı’nın tekmil güneşe kesilmiş olduğunu da gördü. Şaşırmadı. Çünkü “mucip sebebi” biliyordu. Tıpkı bu zengin semtte bir saksıda açan karanfilin kökünün, aslında fukara Altındağ ile İncesu’da olduğunu bildiği gibi.


“De be aslan karam, de yiğit karam” diye yazdı, kendi deyişiyle “He kurban he” diye okundu. Sonra leylim leylim baharlar geçti. Ahmed Arif, saçlarına kan gülleri taktığı kişiye “Hasretinden Prangalar Eskittim” diye sesleniverdi. Sonra da ayıp bir şey söylermiş gibi utanarak “aç kaldım susuz kaldım, terk etmedi sevdan beni” diye fısıldadı.


Ahmed Arif’in bu yaman sevdayı duyduğu kişinin kim olduğu olduğu uzun bir süre bilinemedi ve bir sır olarak kaldı. Sonra Ahmed Arif’in, gizemli sevgilisine yazdığı mektuplar çıktı ortaya. Buram buram sevda kokan, bazen umutlu, bazen kapkara umutsuz mektuplar çıktı ortaya.


Görüldü ki, Ahmed Arif, yazar Leyla Erbil’e sevdalıdır. Leyla Erbil’e olan hasretinden sadece prangalar değil, ona sayıları bazen günde beşi, altıyı bulan mektuplar yazmaktan, kalemler de eskitmiştir. Leyla Erbil’e “Yokluğun cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum kapama gözlerini” diye yazmıştır ve onu “Leylim, leylim” sevmiştir.


Issız dağ yamaçlarından, boz bulanık Ankara gecekondularına kadar bütün insanları, filinta gibi sevdaların, tütünsüz ve uykusuz kalınsa da bir insanı asla terk etmeyeceğine inandıran Ahmed Arif de gözleri “Maviye, maviye, yangın mavisine çalan” Leyla Erbil de bu dünyadaki geçici misafirliklerini noktaladılar ve gittiler.


Geriye, hasret, kan gülleri, yeşil soğan, pranga ve “leylim leylim” bir sevda masalı kaldı…


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.